"İnsan zamanın içinde süzülebilmeli." diyordu Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı'nda. Zaman bazı şeyleri silikleştirip belirsizleştirerek yok mu ederdi yoksa yaşanmamış, yarım kalan anıların, gidilmemiş buluşmaların, çekilmemiş fotoğrafların, söylenmemiş sözlerin üzerine bir çentik mi atardı?


Çiçek bahçelerinden geçtim, yıldızlarla dolu gökyüzüne baktım, denize sıfır yerlerde, hayatı sıfırlanmış birisi olarak oturdum tek başıma, kaybettim elimde olan ne varsa, yalnızlığımla kaldım, sessizlik yumağı oldum, düğüm oldum çözemedim kendimi. Çiçek bahçelerinden geçtim, güllerin dikenleri kanattı bacaklarımı, papatyalar yüzünü çevirdi, akşamsefasıydı hayatım, hayatım da "akşam" olmak bilmedi. Çiçek bahçelerinden geçtim, saçlarını andıran, ellerine benzeyen kokuları çektim burnuma, hiçbiri yapışmadı üzerime. Her çeşit kokunun arasından geçtim, ellerimi sürdüm. Bütün bunlara rağmen rüzgar kokuyorum şimdilerde.


Babasının omuzlarında uçtuğunu sanan bir çocuğun aldanmasıymış inandıklarım. Güvendiklerim bir zamanlar... Her güven kendi katilini bulurmuş bir zaman sonra. Bir babanın asık suratı kadar tedirgin edici şimdilerde güvenmek, bir babanın burnundan soluması kadar korkutucu. Ve korku koyulaşıyor artık, akşamdan kalan bir çayın rengi gibi.


Yanık kağıt kokusunun ortasında, kağıdın bıraktığı küllerin sıcaklığıyla, görgü tanıklarıyla üstelik her köşebaşında kendime çarptığım yetmedi. İnandıklarımı, güvendiklerimi ve sonra şiirlerimi kundakladım. Bir mavzerin soğukluğunu, bir merminin sessizliğini aldım kendime. Esmerliğini ücrada kalmış rüzgarlardan alan bir kadınla büyüttüm sonra sessizliğimi. Sesin taşrasında, sessizliğin otları arasında, tetiğin gerisinde titreyen el gibi yaklaşmıştım sana. Yüreğimden başka mülküm yoktu ve biliyordum, yaralarımızdan tanımıştık ya birbirimizi sen de yoksuldun. Kalbinden başka mülkü olmayanlar yoksuldur çoğu zaman söz gelimi.


Herkesin bitmez dediği yolların sonundayım. Salaş iskelelerin en ucunda turuncu tül örtülen göğü seyrediyorum. Ağlayan taşra kasabalarında, ihtiyarların kendilerini sigara dumanlarına astığı kahvehanelerde benzin kokan minibüsleri bekliyorum, hareket saatlerinin silikleştiği tabelaların önünde. Öyle bir yere vardım ki merhem yaramı azdırır. Sesim dudaklarımı parçalıyor. Bir an önce seninle buluşup saatlerce susmalıyız, birbirimize doğru gülerek. Belki bir sessizliği büyütürsek seninle, kentin işlek yerlerine gülüşünü asarlar, kuşlar içli türküleri mırıldanmaya başlar o zaman, çiçekler sana döner yönünü. Kelimeler bir kez daha çiçeklenir dudaklarında.


Sıradan bir intihar süsü vermedim tökezleyen sevdalara. Sevda olmadıklarını çok sonra anladım. Üretken bir sıkıntıyı tanımlama cüretinde bulunuyorum. Felaketlerimle çoktan barıştım, onları atlatmak için değil; onları bu sefer yenmek için. İlk söylenecek cümleleri en sona sakladım ve tutuşabilecek yerlerimi yok ederek söylüyorum: "Hayır, bu kez başka türlü olacak." (Akif Kurtuluş, Mihman)