‘‘Sağa doğru kıvrılan beşinci dönemeçteyiz, Küheylan. İnanıyorum ki az kaldı, dayan. Böyle iki dönemeç daha geçtik mi krallığa varacağımızı söylemişlerdi. Yorgun musun bilmiyorum. Yorgun olsan da belli etmezsin zaten.’’

 

Takasçı ve atı ormanın içinde ilerliyordu. Takasçının bahsettiği beşinci dönemeci de döndüler. Takasçı atıyla sohbet etmeyi çok sever fakat onun bakışlarından çekinirdi. Çünkü bakışlarında derin anlamlar yatardı Küheylan’ın ve bakışları altında ezilmekten korkardı. Aslında bir gözü kördü Küheylan’ın ama bedeninden eksilenin ruhunu eksiltemediğini çok iyi bilirdi Takasçı. Ona hiçbir zaman at gözlüğü takmadı.

 

Takasçı bir ayağı topal, saçlarına ve sakalına kır düşmüş eski bir çobandı. Gençliğinde krallığın birinde çobanlık yapar, gün boyu kaval çalar, türkü söylerdi. Bir gün kralın koyunlarını krallığın sınırına kadar götürdü. Hava kararınca da kepeneğini ve koyunları orada bırakıp kaçıverdi krallıktan. Kaçtığı akşamın gecesi tanıştılar Küheylan’la. O günden beridir Küheylan’ın hikayesini merak etti…

 

‘‘Sağa doğru kıvrılan altıncı dönemeçteyiz Küheylan. İnanıyorum ki az kaldı, dayan.’’

 

Küheylan’ın arkasına bağlı araba tamamen ahşaptı. Tekerleklerinde derin çatlaklar vardı. Arabanın adını Uyanışlar Tezgahı koymuşlardı. Üzerinde ne arasanız vardı. Bakıldığında hiçbir anlam verilmeyen eşyalar Takasçı’nın ellerine değince farklı anlamlar kazanmaktaydı.

 

“Şu göknarlara bak Küheylan!” diye bağırdı Takasçı. “Kuşlar ne güzel oynatıyor dalları. Bu yeşillikler bu mavi gök ne güzel...” Bunları söylerken Takasçı, Küheylan daha sert bastı toprağa. Toza buladı nallarını. Derin bir nefes aldı. Daha da hızlandı. Takasçı’nın neşeli, umutlu tavrı ona her zaman iyi gelirdi.

 

‘‘İşte yedinci ve son dönemeç artık. Geldik Küheylan. Tam zamanında. Öğle vaktinde vardık krallığa. İstedikten sonra neyi başaramadık ki seninle zaten?’ diye söyledi Takasçı. Küheylan başını salladı ve yürüyüşüne farklı bir gurur daha ekledi.

 

Krallık bu son dönemecin ardından görünmüştü. Bütün sınırları uçları sivri, kütük çitlerle örülüydü. Bahsedildiği gibi kuzeye ve güneye açılan iki kapısı vardı. Ve yine bahsedildiği gibi krallığın tam ortasında kralın sarayı olanca ihtişamıyla yükseliyordu. Bir dağdan daha küçük ama bir tepeden daha büyüktü. Neredeyse bütün halk olanca gücüyle bu sarayın yapımında çalışıyordu.

 

Dik bir yokuştan aşağıya doğru sallandılar. Geldikleri orman arkalarında kalmıştı artık. Krallığın girişinde nöbet tutan askerler ve zincirlerini sıkı sıkıya tuttukları köpekler çoktan fark etmişlerdi Takasçı ve Küheylan’ı. Takasçı, Küheylan’a biraz daha yanaşıp sessizce: “Bize bakıyorlar.” dedi. “Bizi içeriye alırlar mı dersin? Bugüne kadar birçok krallığa girebildik. Fakat burası daha sıkıntılı gibi duruyor. Hadi bakalım hayırlısı.”

 

Krallığın güney kapısının önüne kadar geldiler. İki asker kapının önünde köpeklerle birlikte bekliyordu. Köpekler soluksuzca havlıyordu. Yabancı olduklarını fark etmişler ve çılgına dönmüşlerdi. Askerler dur işareti yaptıktan sonra biraz daha yanaştılar. Askerlerden biri Küheylan’ı göz ucuyla süzdükten sonra Takasçı’ya dönerek: “Hayırdır? Neyin var bakalım tezgahında? Nereden gelirsin? Ne satarsın?” dedi. Takasçı sakin bir şekilde yanıtladı: “Yolumuzun üzerindeki krallıklara uğruyoruz. Aslında satıcı değilim takasçıyım. Kıyafetim onarılmayacak kadar eskidiyse kıyafet, karnımız açsa da arpa veya ekmek karşılığı tezgâhtaki ürünleri takas ederim.” dedi. Askerler tezgahtaki ürünleri incelediler. Ürünlerin hiçbir işe yaramayacağını düşündüler. ‘‘Boşuna kalabalık etmeyin. Hiçbir işe yaramaz bu tezgahtakiler. Ne karın doyurur. Ne de saraya bir duvar olur. Sarayın yapımı için çalışanlara alet edavat bir şeyler çıkabilir desem o da yok. Boşuna gelmişsiniz buralara kadar.’’ diye homurdandı.

 

Takasçı askere baktı. Ilıman bir ses tonuyla: “Ya heybemizdekiler.” dedi. “Heybemizdekilerin işe yaramayacağını kimse söyleyemez.” Küheylana doğru yaklaştı Takasçı. Küheylanın sırtından sarkan heybeye doğru uzanırken köpekler ağızlarından salyalar akıtıp havlamaya başladı tekrardan. Heybeye uzandıkça Takasçının eli neredeyse zincirlerini kıracaktı köpekler... Takasçı heybenin içinde elini gezdirdi ve bir tutam ot çıkardı. Kurumuş ve sert bir ottu parmaklarında tuttuğu. Otu ikiye pay etti ve sakince köpeklerin gözlerinden bakışlarını ayırmayarak önlerine koydu. Köpekler önce otu kokladılar. Sonra çekinerek otu yediler. Belli ki çok beğenmişlerdi. Otun, ağızlarının dışında bıraktığı tat dolayısıyla dillerini yüzlerinde gezdirip durdular. Hırçın, heybetli köpekler bir anda sakinleşmiş uysal birer hayvan olmuşlardı. Askerler bu duruma çok şaşırdılar.

 

Heybemizde bir sürü şifalı ot var. Krallıkta hasta olan varsa iyi edecek bir sürü ot… Köpekleri bıraksanız bizi parçalayabilirdi. Hasta değillerdi fakat bize inanmanız için onlara yedirdim. Krallığınızda bir derdi olan varsa onu da iyi edebilirim.

 

Askerlerin aklına sarayın inşaatı için çalışırken yaralanan insanlar geldi. Bazı hastalıklardan dolayı işlerin aksadığı da oluyordu. Askerlerden daha rütbeli olan: “Peki geç bakalım Takasçı.” dedi. “Geç de krallık gör, saray gör!”

 

 

Uyanışlar Tezgahı / 1. Bölümün Sonu