Ayaklarım kalın çorapların içinde ve dışarının soğukluğunu unutarak kıvrılıp kaldım koltukta. Sobanın çıtırtılarına kulak veren yüreğim, çaydanlığın içindeki suyun fokurdaması, daha demin sobanın üzerine koyduğum portakal kabuklarının aromatik kokusu, ateşin sıcaklığı, sobanın üzerine attığım birkaç bez parçasının sallanışı... Hepsi bir mıh gibi aklıma kazınmış hüzünsel şeyleri hissetmem için ufak titreşimlerle yüreğime oturup kaldı. Gözlerim, artık bıraktı kitaptan okuduğu cümleleri. Pencereyi açtım. Bütün sıcaklığa inat yüzümde hissettiğim soğukluk bana ferahlığı sundu. Böylece kar yağmaya devam etti. Bacaklarım, ayaklarım ve baldırlarım sıcaklığından bir şey kaybetmedi. Fakat ellerim, yüzüm ferahlığı geride bıraktı, artık düpedüz dondum. Ve pencereyi kapattım ve soğuk havaya dur dedim. Ne hoş değil mi?

Dur! Demek işte, dur diyebilmek!

Her şey seni ferahlatana kadar ne de hoş değil mi? O yumuşak his...

Ama daha sonra yüzünde hissettiğin donduran soğukluk, ona dur diyebilmek güzel.

Ve sıcaklığa geri dönebilmek... Yalnızca yaşadığım bu evde daha önce yaşadığım sevgilerin ne kadar uzakta ama ne kadar güzelce hatırımda kalışına şahit oldum.

Hüzünlü ama güzel şeylerin içimizde kuytu köşelere nasıl da sindiğini şu anda anladım. Onlara ulaşmak çok zordur ve her zaman içinde bir yerde onları bulamazsın. İçimizden bize geri dönen şeyler ya çok hüzünlü, acılı olur ya da çok mutluluk duyduğumuz şeyler olur. Onun için böyle hüzünlü ve güzel anıları hatırladığın zaman bir tuhaf olursun...O buruk tadı hissedersin damağında. Bazen insan uzak durma hassasiyetini gösterebilmeli. Hayır, sadece kendi için değil,

karşısındaki insan için de öyle. Bir dahaki gördüğümüzde birbirimizi unutacağız belki de. Bir daha mı, bir daha var mı sahi? O uzaklar, çok uzaktalar...

O uzaklara bir iyilikti, uzak kalabilme hassasiyetini gösterebilmek...

O uzaklara söyleyin, o uzaklar kendine iyi baksınlar.