Uzun bir tren yolunun herhangi bir istasyonundayım. İzmir ise bir o kadar sisli. Beni bilirsin, orada kalmak istediğim fakat gitmek zorunda olduğum yerlere son kez bakıp gözlerimi kapatırım. O anı kendime mi hapsediyorum yoksa o anda hapis mi oluyorum, o kısmı henüz ben de çözemedim. Ben buna kendimce fotoğraf çekmek diyorum. Fazlası ile fotoğraf ana belleğimde. Birçok hikayenin fotoğrafını saklıyorum içimde. Ancak aklıma yeteri kadar güvenemediğim zaman bunu da makinelere bıraktım. Bilgisayar çöker, makineler kırılır, hafıza kartları limitli belki ama akıl da unutuyor. İnsan insanı dahi unutuyor...


Sisli, uzun bir yolda yürümeye devam ediyorum. Bu kez biraz da yağmur var havada. Eskiden böyle zamanlarda kaybolmaktan korkardım. Beni içine çekerek yok edecekmiş gibi gelirdi çocukken. Oradan dönüş yoktu sanki, tüm sevdiklerim bir paravanın ardında kalıyor gibiydi. Şimşek ve gök gürültüsünden korkan çok çocuk vardır, sisten korkanı gördünüz mü? Ben şimdilerde sisin ardındaki yolu, yolda beni bekleyenleri görüyorum. Yağmurun "ağla, ben saklarım" deyişini duyuyorum. Gökyüzünü anlıyorum ve onu anlatıyorum. Onu şimdi çok iyi anlıyorum.


Korkuma yenilip döndüğüm çok savaş oldu solumda. Yürümeye devam ettiğim ilk savaş da değil bu elbette. Ne zaman ilki? Ne zaman olduğunu bilmiyorum ama adını çok iyi biliyorum. Baba, babaydı adı. Herkes için aynı sıfatın başka başka isimlere çıktığı, başka türlü yaraları kanattığı... Ama ne zaman ki o beyaz bulutumsu havanın önümde eğilircesine dağıldığını gördüm, o zaman korkulardan kaçılmayacağını öğrendim. Üzerine üzerine yürümeyi, korkulara gülüp geçmenin gücüne eriştim. Ürkütmüyor artık ne devamını görmediğim yollar, ne karanlık ormanlar, ne beklenecek tren yolu kadar uzun yıllar, ne de dev gibi adamlar... Ne zaman ayağım sekteye uğrayacak olsa, ne zaman bunu hissetsem kendime hep aynı şeyi tekrarlamaya başladım: "Yürü, sisin arkası uzun bir yol. Sen yürüdükçe yol kısalır."