Ellerindeki belirgin, küf yeşili yaşlılık izleri, bu yerkürede geçirdiği senelerin ispatı gibiydi. Adam öylesine bir duruşla bu küf yeşillerini kavuşturmuş, eller birden kavuşunca da ormanlığın kalbini yarıp geçen yollar gibi uzanan izler üst üste binmiş, paralel ihtimaller kesişmişti. Metronun kirli camından yansıyan vakur yüzü, bu zamana ait olmayan bir şeylerin aynadaki aksi gibiydi. Gözlerinde renkli camlı uzak gözlüğü, başında siyah kasketi, boynunda fi tarihinden kalma fuları ve üzerine çektiği kaşe ceketiyle geçmişe inat gibi büyüyordu bugünde.


Çok geçmedi, iki durak sonra indi bindiği yerden. Nereye gitti kim bilir. Belki de hiç var olmadığı bir ihtimalin aksine doğru yürüdü, yürüyen merdivenler boyunca. Söz dinledi, söz aldı belki dost meclislerinde. İki duble rakı arası çay içti. Belki şeker bile attı bazı zaman, uzun uzun karıştırdı ince belli bardağındaki demli çayını işlemeli çay kaşığıyla, alüminyum. Yahut deniz kenarında bir akşam sefası gördü, bahçeli evlerin bahçeleri sahildeki yürüyüş yoluna taşmıştı. Mavi beyaz evlerin badanası, uzaktan bir manzaranın yazlıkçı taklidi gibiydi. Kediler de koşuyordu oradan oraya mutlaka. Nereye koştuklarını düşünüyordu adam söz gelimi bu kedilerin. Doğru ya, süregelen telaşları hiç dinmiyor, bir buraya bir şuraya sürekli taarruz halinde koşuşturuyordu hayvancıklar. Bunu düşünerek yürüyordu deniz kenarından fenere doğru uzanan yolda. Arkasında iki adam da yürüyordu onu takip edercesine muhakkak. Kendi aralarında Serhat’tan öğrendikleri bir şeyi tartışıyorlardı. İnsan köpeği diyordu biri, birinden için. Kasketli adam insan köpeğinin ne melem bir şey olduğunu düşünüyordu belki de. O kalkınca ihtimalleri de onunla bir kalktı, indi metrodan. Kasketli adamın yokluğuyla doldu peron. Kaç durak insanlar indi, insanlar bindi, yine de dolmadı kasketli yokluğu adamın. Başkaları da oturdu elbet, az evvel oturmuş kasketli adamın yokluğunun üstüne. Ezildi, büzüldü yokluğu adamın. İnsanlara çarptı, insanlar ezdi yokluk, yine de bir gören olmadı koskoca peronda.


Ben de artık kaç durak, kaç zaman sonra, her nefesimde içime çektiğim bu yokluğun kokusundan hoşlanmadığıma karar verdim nihayetinde ve inmeye davrandım metrodan. Ben inmeye karar verince tüm metro da benimle bir inmeye karar verdi sanki. Hatta diğer hatlardaki metroların içindekilerde aynı kapıdan inip karıştılar benim metromun kalabalık sürüsü içine. Ben ve tüm metrolardakiler alt geçide yöneldik. Aralarına karışıp onlardan biri olmuştum ben de çok geçmeden. Sürü ve ben, alt geçidin kustuğu öğle yemeği gibi saçılıyorduk arabalı caddeye. Arabaların ışıkları kırmızıya dönüyordu hemen, duruyordu. Ben, bana ve tüm insanlara yeşil yanan ışıkta karşıya geçmeye karar veriyordum. Benimle bir herkes de karşıya geçmek için adım atıyordu. Hatta evlerindekiler de dışarı çıkıp karşı caddeye geçmeye karar veriyordu. Ben ve kalan herkes karşı caddeye yürüyorduk böylece. Yürü yürü de bitmiyordu cadde, bir türlü sanki karşıya erişemiyorduk. Yolda pazarlar kuruluyordu artık. Bıyıklı, yelekli adamların çığlıkları arasından geçiyorduk tezgahlara değmeden üstümüz başımız. Tavuklu pilav diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu martıya benzeyen bir adam mutlaka. Bir başkası enflasyon bize değmedi ablacım diyordu satmak için malını. Yürüyorduk, yürüyorduk ya bir türlü karşıdaki cadde karşımıza çıkmıyordu. Onca kalabalığın ortasında ben artık umudumu kaybediyordum yavaş yavaş. Ben umudumu kaybedince önümde aksayarak yürüyen adam da olmayan bacağını kaybediyordu hemen. Bir tahta destek buluyor, onunla gitmeye çabalıyordu varılmayan caddeye. Adamın bacağını düşürdüğü yerde bir çocuk doğuyordu sonra, çocuk gelecek günlere bir ağıt gibi ağlıyordu boyuna. Henüz başına gelmemiş çilelerin provasını dinletiyordu bana ve benden geriye kalan tüm insanlara. Çocuk büyüyordu ağladıkça ve hemen bir ev taksitine sokuyordu babası onu. Ödenemeyen faturalar saçılıyordu babasının sigara dumanından ortalığa, soluyorduk hep birlikte. İçimize katran gibi dolan havadan kurtulmaya çabalıyorduk bir hışımla. Artık pazar bitiyordu sonunda. Ağaçlı yolların arkasına saklanmış uzun apartmanlar başlıyordu böylece. Sarı sokak lambalarının vurduğu kavak çınar ve cevizler sarardıkça sararıyor, mevsimi güze çalıyordu şüphesiz. Pencerelerden sokağa kavgalar taşıyordu ağaçların dallarına takıla takıla.


Karşımıza çıkması gereken cadde bir türlü çıkmıyordu da biz artık karşılaştıklarımızla yetiniyorduk. Sonra canım sigara çekiyordu harmanlıkla, sokaktaki tüm kadınlar sigara yakıyordu benden önce. Göz gözü görmüyor, göz görmeyince gönül de katlanmıyordu. Az evvel yağmur yağmış, daha da yağacakmış sıkıntısı vardı bulutlarda. Yerler binlerce şeyin yansımasıyla örtülüydü, ıslak. Bulutlar pof pof kabarmış, kara bir haberi rahminden salıverecekmiş gibi gebeydi karanlığa. İnsanlar da benimle bir yürüdükçe yürüyor, usanmıyorlardı bir türlü. Varılmaz sanılan karşı caddeye varıyorduk sonunda. Cadde de bitmiyordu bir türlü fakat. İnsan insan üstüneydi. İnsan insanı tüketiyor, tükettikçe de yerlerine yenileri doluyordu ara vermeden. Ben bu kadar çok insanın olduğuna şaşırıyordum hayretle. Topraktan insan bitiyordu sanki, toprak doğurdukça doğuruyordu. Cadde bitip de başka bir sokağa varınca yol, kaldırımdan taşan insanların çehresi değişiveriyordu hemen. Elleri kolları hatta bacakları pazar poşetine tutunmuş insanlarla dolup taşıyordu daracık sokak. Sanki hepsi de aynı yöne, aynı yere gidiyordu. Yüzleri ay sonu sıkıntısıyla kararan insanların resmi geçidi başlıyordu bu sefer. Pazar poşetleri tüm dünyayı doldurmuştu içine sanki. İnsanlar dünyayı taşıyorlardı poşetlerin içine doldurup. Gri bir kentin yapı çirkini manzarasında olup bitiyordu tüm bunlar. Güneşi arıyordum iştahla; güneşi görebilmek, bir nebze aydınlanabilmek istiyordum bunca karanlığın ortasında. Beyhudeydi bu çabam, onca insan güneşi de sıkıştırmıştı poşetlerine, sarı sıcak güneş taşıyorlardı ellerinde bayrak gibi. Tüm insanlar ve ben yürüyorduk pazar poşetli insanları yara yara sokağın ortasında. Bitsin istiyordum bu sokak artık, pazar poşetleri beni de tüketmeden, geçsin ayaklarım bu yolu. Tüm insanlar da benimle aynı arzuyla dolup taşıyordu hemen. Sokak bitiveriyordu binlerce insanın isteğini kırmayıp.


Şimdi yine, ben ve tüm insanlar doldurmuştuk bu cafcaflı sokağı. Gözüm her bir detayı seçiyordu burada. Ne varsa, ne kadarsa görüyor, hatırlıyordum. Çamaşır asmıştı bir evde bir kadın bir balkona. Ev yeni bina, balkon dardı. Çamaşırlar kesin çocuklarınındı. Altında bir dükkan, dükkanda sebzeler vardı. Araba pahalı markaydı. Yerler ıslaktı. Üzerinde yürüyen adamın sağ elinde çekirdekten bir tespih, sol eli kumaş ceketinin cebindeydi. Hiç borcu yokmuşçasına rahattı adımları, zamanı anlamış gibi yürüyordu kalabalığın ortasında. Tespihinin sarısı gözümü alıyordu, alınca da saklıyordu. Ben gözsüz kalınca da göz gözü görmez oluyordu yine. Binlerce insan bana gözünü çıkarıp veriyordu nezaketle. Her şeyi göreyim, hiçbir şey unutmayayım, hafızam her bir detayla dolup taşsın, belleğimde yer kalmasın istiyor gibi bir halleri vardı hepsinin. Bu kadar çok insanın bu kadar çok gözünü ne yapacağımı bilemiyordum tabii ben. Onca insan diyordum, ne kadar çok insan. Yürüyorduk biz yine, tüm insanlar ve ben. Bir adam bir adamla karşılaşıyordu yolda. Adam, bir adamla karşılaştığını hatırlamıyordu sonra. Ben hatırlıyordum ama. Sonra başka bir adamın tespihine tutuluyordum ben. Ben tespihe baktıkça, onu tutan adam da tespih oluyordu boyuna. Kocaman, kehribar bir tespih oluyordu adam, yollar tespihle dolup taşıyordu. Yürüyen binlerce, yüz binlerce tespihe şaşırmadan, sanki her gün tespihle taşarmış gibi sokaklar, devam ediyordum yoluma. Yolun sonunu düşünemiyordum yol uzadıkça. Sanki zamanın sonundaydı varacağım yer. Ben ve insanlar, tespihlerle bir yürüyorduk. Yağmur bir türlü yağmıyordu biz yürüdükçe. Bir taksi kenara çekmiş motoru açık, sahibini bekliyordu bir sokakta. Sahibi çoktan bize katılmıştı artık, yürüyordu. Taksi şoförsüz, ben nefessiz kalıyordum bir anda. Ben nefessiz kalınca, benimle yürüyen her bir ciğer de tıkanıyordu birden nargile dumanıyla. Bense tüm ciğerlerin üflediği nargile dumanının altında kendime bir solukluk yol bulmaya çalışıyordum çaresiz. Benimle bir tüm insanlar da yollarını kaybediyordu şüphesiz. Biz öylece haritasız, pusulasız kalakalıyorduk okyanusun ortasında. Bir fener bulsak da yolumuzu düzlesek diye yelken açıp duruyorduk bilinmezliğe. Hava da bozuyordu; fırtınaya, tufana bulaşıyorduk çoğu kez. Dönen her gün umutsuzluğu atıyorduk denize ağ diye, kısmetsizlikle çekiyorduk akşamları. Orada öylece kaç zaman bekledik, ben ve tüm insanlar, unutmuştuk artık. Denize dönüşüyordu yüzümüz, tuz kokuyorduk. Ben artık denizde bir balık olduğuma tam da ikna etmişken kendimi, limanlar diziliyordu önümüze. Gemiden istavrit sürüleri gibi saçılıyorduk limana. Artık koca bir liman kenti bizimle bir yürüyordu.


 Ben nereye gitmek niyetiyle çıktıysam artık, unutmak istiyordum da bir türlü adres aklımdan çıkmıyordu. Yol uzuyor, varılmıyor, durulmuyordu. Benimle bir yürüyen insanlar da yorulmuyordu. Bir nefes alsam, hepimiz nefesle doluyorduk. Artık binlerce solukluk yollar uzanıyordu. Biz yollarda yürüyen yolcuların yüklerini de taşıyorduk omzumuzda. Her geçen bir parça bırakıyordu heybemize. Yükümüz gücümüze ağır geliyordu ya bırakamıyorduk. Ormana çıktı bir vakit sonra yolumuz; servi taşıyordu manzaradan, uzadıkça uzayan serviler. Ben ve binlerce insan servilere saygı gösterisi gibi yürüyorduk gölgelik altlarında. Serviler bize, biz onlara bilinmez bir sır veriyorduk. Serviler, yolun sonundan önceki durağımızdı şimdi. Sanki bana bir şey söylemek niyetindelerdi. Rüzgarın yalazı bana kelimeleri getiriyor, ancak ben eski lisanda söylenmiş bir efsun gibi salınan sözlerin anlamlarını bilmiyordum. Ben bilmeyince de kimse artık bir şey bilmediğini anlıyordu hemen. Ben bir an vazgeçiyordum adımlarımın usluluğundan, duruyordum söz geçirip ayaklarıma. Benimle bir herkes duruyordu servilerin altında. Nereye gideceğimi hatırlıyordum yine, hatırladığıma usanıyordum. Ne çok insan, ne çok ayak, diyerek şaşırıyordum üstelik. servilerin altına sığdığımıza bu kadar çok insanla hayretler ediyordum. Servilere bakıyordum boynumu bir ördek gibi dikerek yukarıya, herkes ördek oluveriyordu, serviler uzadıkça uzuyor, rüzgarla bir hu çekiyordu. Her dem yeşil kalışına bunca servinin, bunca insanınsa hala yaşadığına akıl sır erdiremiyordum. Ölümsüzlüğü anlatan servilerin altında yatıyordu biri, bunca insan, biz yaşıyorduk. Ne çok insandık yaşayan ne çok nefes, yine de bir tanesine nefes olamıyorduk. Faniliğimize küfreder gibi ben ve yaşayan tüm insanlar, hayat ağacının dibinde yaşadığımızdan utanarak duruyorduk.


Ben, bitiremediğim tüm yolların sonunda, bir servi dibinde, öldüğüne inanmadığım bir insanın başında bekliyordum. Diğer tüm insanlar yaşıyordu.