Veysi’ydi adı, tıknazdı, orta yaşlıydı. Adı, yoksul kimse demekti. Aslında Veysi değildi ama içi bir hayli veysiydi. Gününün her saatinin her dakikasını cimrilikle geçirir, yemek yedikten sonra verilen kolonyalı mendille kemerinin tokasını, ayakkabılarını silmeyi ihmal etmezdi. Orta halli bir işletme sahibiydi, civarındaki esnaflarla pek konuşmaz, hâl hatır sormazdı onlara. Gerek de yoktu zaten, pek sevilmezdi. Zorunlu olarak muhasebecisiyle konuşurdu, bu da kâfiydi. Onu da pek sevmezdi. Gider gelir, giderleri düşürmek için adamcağızın yakasına yapışırdı. Her kuruşun hayati önemi vardı. Günlerden bir gün muhasebecisiyle defterlerin üzerinden geçerken bir satıra denk geldi, satırla kesiverdi muhasebecinin sözünü, “Bu da ne?” dedi. “Vergi.” dedi muhasebeci sakince, alışmıştı patronu Veysi’nin bu patlamalarına. “İşletmeyi büyütmek demek daha çok vergi demek, gayet doğal.” "Doğal moğal anlamam ben, sen apaçık benim parama göz koymuşsun." ”Veysi Bey, olur mu hiç öyle şey? Ben yıllardır dürüstlüğü ve saygınlığıyla tanınmış bir muhasebeciyim. İstirham ederim böyle ithamlarda bulunmayınız bana.” Veysi Bey’in başı bir düdüklü tencere misali sinirden patlayacaktı. Buharlı lokomotifler gibi hırıltılar çıkardı burnunun fişeklerinden, gitti geldi odasında bir ileri bir geri, 12 adımlıktı odası. 36. adımda pencerenin eşiğinde durdu, arkasına dönmeden “Eğer bu kalemi değiştirmezsen kalemin kırılır, saygınlığın da muhasebeciliğin de kalmaz. Çıkabilirsin!” dedi. Muhasebeci çıktı.

Günlerden daha sonraki bir gün Veysi’nin işletmesinin kapısının eşiğine vergi müfettişleriyle birlikte polisler dayandı. Veysi Bey, pek saygın muhasebecisini kaptığı gibi kapının eşiğinde bitiverdi. Muhasebeci olacakları biliyordu, içten içe seviniyordu da. Veysi, büyük bir hürmetle misafirlerini buyur etti odasına. Odasında -pek misafiri de olmadığından olsa gerek- iki sandalye vardı, sandalye dediğin şey pahalıydı zaten. Çalışanlardan birine el işaretiyle daha fazla sandalye getirmesini buyurdu Veysi Bey. Onlar bekleyedursun, kahvelerini nasıl alırlardı? Kahve içmeye vakit yok muydu? Ne güzel kahve dediğin şey de pahalıydı zaten. Mahkeme kağıdıyla beraber altüst oldu oda. Tüm defterler, tüm klasörler ortalığa dökülmüş; sorular peşi sıra sıralanıp Veysi Bey’in boyunu daha da kısaltıp kamburunu daha da eğiyordu. Sorgu suali bitti sonunda. Gün içinde mahkeme celbinin geleceğini söyleyip gitti Veysi Bey'in misafirleri. Veysi Bey odasının penceresinden gidişlerini izlerken muhasebecisi girdi odaya. Usulca istifasını yazdığı kâğıdı masaya bıraktı, bir şey demeden o da gitti.

Günlerden mahkeme günü geldi çattı. İnadı inat Veysi Bey avukat tutmamıştı, avukat dediğin şey pahalıydı zaten. Ona atanan avukatına fırsat bırakmadan savunmasına girişti hâkimin adını sormasıyla birlikte. Ne denli saygın bir iş adamı olduğunu, ne denli vatansever olduğunu, ne denli devletine saygı duyduğunu, işletmesini ne zorluklarla dişiyle, tırnağıyla, teriyle kaza kaza bu günlere getirdiğini anlattı durdu. 36 ay hapis cezasıyla yollandı. İşletmesinin kapılarına kilit vuruldu, mühür damlatıldı. Veysi Bey, her şerde bir hayır vardır; hapishanede yemeye içmeye, konaklamaya para vermek yoktur, ne güzeldir, dedi. Ona gösterilen ranzada ilk günü uyumaya çalışırken böyle düşünüyordu Veysi Bey. Ertesi gün avluda volta atarken adımlarını saydı: enine 50 adım, boyuna 51 adımdı avlu. Kimseyle konuşmadan günlerini geçiriyordu kendi halinde Veysi Bey. Zaten konuşmak denen şey de çok pahalıydı.

Günlerden bir gün bir mektup geldi eline Veysi Bey'in. Tüm mal varlığı o içerideyken eriyip gitmişti. Toz olup savrulmuş, buhar olup uçmuştu. Bir kısmı hapishaneye girmeden önce koyduğu borsa kumarında, bir kısmı da yediği cezalara yem olmuştu. Veysi Bey o an hapse düşmüştü işte. Bedeni haftalardır dört duvar arasındaydı ama şimdi ruhu da bir tabuta hapsedilmişti. Nefes alamıyordu. Hava dar, ranzalar dar, duvarlar daha da dardı. Avluya attı kendini. Avlu da daracıktı. 50 adıma 51 adımdı yalnızca. Duvarlar fazlaca yüksekti. Onun, yerlerde belki para bulurum umuduyla yıllar yılı yere baka baka yürümesiyle katılaşan kamburu için fazlaca yüksekti. Ne kadar uğraştıysa da gökyüzünü görebilmek, bir nebze olsun mekânını genişletebilmek, bir yudum olsun nefes alabilmek için göremedi. Beline, beynine, baldırlarına, boynuna acı acı kramplar girdi. Gece kabuslar girdi. Daracık bir tabut içinde yerin 7 kat altındaydı sanki. Zaten kimseyle muhabbeti de hoş sohbeti de yoktu, her selam verene zehir zemberek bakışlar kustu. Sıtmalı gecelerinden birinde, kabuslarından korkup uyuyamayan Veysi Bey; zamanın nasıl da yavaş aktığını hayretle fark etti. Saatin tik takları gidiyor, geliyor ama akrep de yelkovan da inat etmiş, yerinden kıpırdamıyordu. Ranzasında Veysi Bey sağa döndü, olmadı, sola döndü, yine olmadı. Gıcırdayan metal sesi, diğer mahkumların da uykusunu elinden almıştı ama kimse o tıknaz deliyle uğraşmak istemiyordu. Veysi Bey bir gün öncesini hatırladı, ne yedi ne içti, onu aklına getirmeye çalıştı. Sonra bir gün evvelsini, sonra iki gün evvelsini... Derken bu zaman geçirme oyunu sabaha kadar sürdü. Veysi Bey hapishanedeki ilk gününden bugüne değin ne yedi ne içtiyse tek tek hatırladı. Artık her gece hafızasını yokluyor, hangi gün ne yediğini ne içtiğini ne giydiğini hatırlamaya çalışıyor, böylece uykusuz gün ve gecelerinde akrep ve yelkovanı mıhlandığı yerden söküp devinmelerini sağlıyordu. Geçmişte uzaklara gittikçe işi zorlaşıyor, bazen saatlerini alıyordu hatırlamaya çalıştığı günün detaylarını tastamam oturtması. Günler birbirini kovalarken Veysi Bey yıllar öncesine geri dönüyordu aklında. Günlerden bir gün, o kadar uzaklara gitti ki geçmişte, kendi çocukluğuyla karşılaştı birden. İstemedi çocukluğunu hatırlamayı ama başka ne yapacaktı? Daha demir kapıların açılmasına çok vardı. Duvarlar dar, ranzalar dar, hava daha da dardı. İstemese de belleği ona sürekli çocukluğundan parça parça imgeler yolluyordu. Bir müddet dayandı, belleğiyle arasına hendekler kazdı, surlar dikti ama zaman en büyük düşmanıydı Veysi Bey'in. Surları parça parça yıkıldı. İmgeler, kokular, sesler bir bir akın ettiler ve en sonunda galip geldiler. Avluda attığı her elliye elli bir adıma bir hatıra densizce musallat oluyordu. Çok yoruldu Veysi Bey, sonunda yenilgiyi kabul eyledi.

Minik Veysi’nin dirseklerinde gamzeler, yanaklarında al elmalar vardı daha annesi öldüğünde. Süt dişleri yeni yeni çıkıyordu cici annesi iki oğluyla ilk eve geldiğinde. Kucağına bile almadı Veysi’yi. Sevmedi. Ortaokula giden cici abileri de sevmedi Veysi’yi. Etli yemekler yapılırdı evde. Veysi hiçbirini yiyemedi. Oyuncaklar, yeni defterler, cam gibi naylon kitap kapları, kokulu silgiler, ışıklı ayakkabılar alınırdı eve. Veysi kalemini artık tutamayacak kadar minik olana dek kullanırdı. Çok döverlerdi Veysi’yi. Babasına şikâyet etmeyi aklından bile geçirse önce cici annesi hemen akabinde cici abileri döverdi. Ağlamanın kâr etmediğini öğreneli çok olmuştu. Soğuktu hava. Gittiği okul da soğuktu, sobanın yanı başı da kendinden büyük odunları kırdığı bahçe de yatağı döşeği de soluduğu hava da soğuktu Veysi’nin. Kimse ona okulda öğrendiği sihirli kelimeleri söylemiyordu. Günaydın, teşekkür ederim, özür dilerimdi bu sihirli kelimeler, neresi sihirli, bir türlü anlayamamıştı Veysi. Okula gider gelir, eve gider gelir, bahçeye gider gelir ama kimse sormazdı nasılsın, iyi misin diye. Konuşmaya konuşmaya konuşmayı unutmaktan korkardı Veysi. Bahçede örümcek ağlarını bozarken örümceğe okulda öğrendiği sihirli kelimeleri söylerdi. “Özür dilerim örümcek kardeş, ağlarını bozdum.”

Büyüyünce ne olacaksınız diye sormuştu sınıf öğretmeni. Veysi düşünüp durmuştu bunu günlerce, haftalarca, aylarca... Buldu en sonunda. Büyük adam olacaktı büyüyünce. Herkes ona sihirli kelimeler söyleyecek, bir dediğini iki etmeyecekti. Etli yemekler yiyecekti büyüyünce. Biraz daha büyüdü Veysi. Cici ailesi artık eskisi kadar dövmüyorlardı onu. Yorulmuşlardı herhalde. Veysi en büyük adamların, en çok paraya sahip olduğunu anladı o sıralarda. Büyük arabalarından inmeden önce kapıları açılır, büyük şapkalarını karşısındakiler çıkarırken onlar başlarında tutardı. Böyle görmüştü orada burada, televizyonda büyük adamları. O da öyle olacaktı işte. Tam olarak öyle. Büyük koltuklarda oturacak, büyük bir evi olacaktı. Büyük paraları olacaktı. Ama para öyle ağaçta yetişen bir şey değildi ki yaz gelince komşuların bahçesine dadanıp aşırdığı erikler gibi. Para; biriktikçe çoğalan, büyüyen bir şeydi. Madem öyleydi, parası olunca hep birikecek, birikince de dağlar gibi olacak ama yine de birikmeye devam edecekti. Ufuk çizgisindeki en büyük dağ, Veysi’nin paradan yapılma dağı olacaktı. Arkasında güneşler batacak, tepesinde bulutlar uçuşacaktı. Sınıfındaki en güzel kız Aysel’di. Gittiği her yerde ışıklar saçar, Veysi’nin gözünü kamaştırırdı. O da hayran kalacaktı bu büyük dağa. Dağın tepesine bir malikane konduracak, orada beraber yaşayacaklardı. Çocukları olacak ama Veysi ve Aysel cici olmayacaktı. Sihirli kelimelerle büyütecekti çocuklarını.

Sonra büyüdü Veysi. Elinden geldiğince biriktiriyordu ama o hayalini kurduğu dağ olmuyordu bir türlü. Attığı her adımı hesaplıyor, ihtiyacı dışında hiçbir şeye para vermiyordu ama yine de parası dağdan çok bir tümsek kadar ediyordu anca. Ne yaptı ne etti, kıydı tümsekçiğine ve bir dükkân açtı kendine. Veresiye kelimesinden tiksine tiksine yıllarca dükkanında yatıp dükkanında kalktı. Bir dükkân daha, bir dükkân daha derken bir işletme kurdu kendine. Daha önce dükkanlarında sattığını üretiyordu artık. Dükkân dediğin şey de pahalıydı zaten. İşçilerinin sürekli başında durdu. Onlara verdiği paranın bir kuruşunun bile boşa gitmediğinden emin olamıyordu bir türlü. Aysel’i unuttu; dağını, malikanesini, erik ağaçlarını, sihirli kelimeleri unuttu. Uyanıyor, cüzdanına bakıyor, uyuyor yine rüyasında paralarını sayıyordu. İstese büyük bir araba, büyük bir şapka, etli bir yemek alabilirdi ama ne gerek vardı... Tatil etmeden, gökyüzüne bakmadan günler ayları, aylar yılları kovaladı. Artık malikanede değil, daracık mahpushanedeydi Veysi Bey. Artık olmayan paralarını değil, saatlerini, günlerini sayıyordu.

Günlerden bir gün şartlı tahliyelerin sonuçlarını dağıtıyordu gardiyan. Sonuç alamayanlar her zaman olduğu gibi sağa sola küfürler savuruyor, duvarları pataklıyorlardı. Biri hariç. Abdülalim’di adı. Geniş omuzları, uzun boyuyla bir delikanlı gibi çevikti ama epey yaşlıydı. Ne sakalında ne de saçında siyah tek tel kalmamış, bembeyaz kar yağmıştı yüzüne. Mektubu eline alınca gülümseyerek kendi kendine bu seferde olmamış dedi ve usulca ranzasına geri oturdu. Veysi Bey hayretle onun bu sakinliğini izledi. En son dayanamayıp kalkıp ranzasına gitti, yanına oturdu Abdülalim’in. Gülümseyen sımsıcak gözleriyle karşıladı onu Abdülalim, merhaba dedi. Merhaba dedi Veysi Bey. İlk kez biriyle konuşuyordu kaldığı koğuşta aylardan beri. “Neden sen de herkes gibi, senden öncekiler gibi çıkamayacağını öğrenince sinir küpüne dönmedin? Sen de burada masrafsız yaşamak güzel sanıyorduysan benim gibi, sanma amca, sanma, meğer burası küçükmüş, çok küçük hem de.” Abdülhalim güldü. İyice ona doğru dönüp “Kardeş ben gülsem ne değişecek, ağlasam neye yarar? Ben öfkeye tövbe edeli çok oldu!” dedi. Veysi Bey ilk başta konuştuğuna konuşacağına pişman olduysa da kalkıp kendi ranzasına gidemedi bir türlü. Bu yaşlı adamda bir şeyler vardı. Bir sıcaklık yayılıyordu sanki ondan. Hem bir kez olsun başka biriyle konuşmak iyi gelmişti. Kaybedecek neyi vardı? Zamanı... Onu da kaybetmeye uğraşıyordu zaten. Konuştular. Veysi Bey sordu, Abdülalim cevapladı. O cevapladıkça Veysi Bey daha çok sordu. Ondan tasavvufu öğrendi, erdemi öğrendi. Geçmişini, ne yiyip, içip giydiğini hatırına getirmeye uğraşmaktan daha iyiydi bu. Daha az acıtıyor, daha çok vakit geçirmesini sağlıyordu. Avluya onunla çıkıyor, onunla volta atıyor, onunla yemek yiyordu. Beraber namaz kılmaya başladırlar. Veysi Bey gün geçtikçe hem hatıralarından hem de bu ruhunu hapseden dar duvarlardan sıyrılıyordu. Artık gün saymayı da bırakmıştı ki tahliye edileceği gün geldi çattı.

Veysi Bey tıraşını oldu, jilet gibi takım elbisesini çekti, bavulunu aldı, Abdülhalim’le helalleşti ve dışarıya adımını attı. Kimse karşılamaya gelmemişti onu. Kimi vardı ki zaten? Kenara ayırdığı küçük bir miktar parayla yaşamaya başladı. Artık canı istediğinde az parası kaldığını bilmesine rağmen etli yemekler yiyor, şapkacıları gezip kendine güzel bir şapka bakıyordu. Kimi günler Abdülalim’e mektup yazıyor, günlerinin nasıl geçtiğini ona yazıyordu. Cami çıkışında mahallenin çocuklarına şeker aldığını gören ahalinin şaşkın bakışlarını yakalayıp mutlu oluyor, uzun yürüyüşlere çıkıp yere hiç bakmadan yürüyordu. Kenara ayırdığı para da suyunu çekmeye başlayınca çalışmaya başladı. Hangi işi verirlerse en layık şekilde görevini yerine getiriyor, insanların hürmet ve sevgisini kazanıyordu paradan çok. Kendi yağında kavrularak yaşıyor, akşam namazından sonra yürüyüşe çıkıyordu. Yine bu yürüyüşlerinden birinde Aysel’i gördü. İlk başta emin olamadı Veysi Bey ama nasıl unutabilirdi ki o yüzü. Şaşkın şaşkın evine döndü. Gel zaman git zaman hep aynı yerde, aynı saatte rast geldi ona. Günün birinde cesaretini topladı ve selam verdi. Meğer o da uzun yıllar önce kocasını kaybetmiş, iki çocuğuna bakmak için çalışmaya koyulmuştu. Her gün yürüye yürüye sohbet ederlerken birbirlerine iyice ısınmaya başladılar. Veysi Bey hiç olmadığı kadar huzur ve mutluluk doluydu. Her gün aynı saat ve aynı yerde onunla muhabbet edeceği saati iple çekiyordu. Böyle bir süre daha konuştuktan sonra evlenmeye karar verdiler. Veysi Bey çocuklarına “Ben sizin cici babanız olmayacağım, sizi çok seveceğim çocuklarım.” dedi.

Karı koca kendi hallerinde yaşarken günün birinde Veysi Bey’e bir mektup geldi. Acı haber, Abdülalim’in ölümüydü. Kedere boğulan Veysi Bey, mektubun devamını okuyunca Abdülalim’in ona miras olarak orta halli bir işletmeyi bıraktığını öğrendi. Soluğu mezarlıkta aldı. Dualarından sonra bir müddet usulca bekledi mezarın başında. Hocası için gözyaşları döktü. Günler, aylar sonra Veysi Bey hem işçileri hem vergi müfettişleri hem de konu komşusu tarafından sevilen ve hürmet gören bir iş adamıydı. Çocuklarıyla beraber hafta sonları uçurtma uçuruyor, gökyüzünü seyrediyordu.