Akrep ile yelkovanın münasebetsiz dozunun kaçtığı içme saatlerim yaklaşıyordu. 

Apar topar duş alıp saçlarımı topladım. 

Siyah, yıpranmış deri ceketimi giyip barlar sokağının yolunu tuttum. 

Sokak, hafta içi olmasına rağmen epey canlıydı. Saat 10 bile değildi ama sokak sarhoşlardan, kusanlardan geçilmez haldeydi. 

Mekana girmek için kalabalığın içini bıçakla ekmek keser gibi kesiyordum, sonunda mekana girebilmiştim. 

Peyote'nin dışarıdan hiçbir farkı yoktu, hatta daha beterdi diyebilirim. İğne atsan yere düşmez deyiminin vücut bulmuş hali gibi bir kalabalık ve ucu kaçmış bir gürültü sarmıştı her tarafı. 

Kahkaha yankıları, geyik yapan kalabalık arkadaş grupları, flört eden çiftlerin mesken tuttuğu servant köşeleri, bar tabureleri... 

İnsanlar müziğe avazı çıktıkları kadar eşlik ediyordu. 

İçeride milli maç sevinci veya savaşı kazanmış bir milletin sevinci gibi kolektif bir heyecan mevzubahisti. 


Eğlenip dağıtmak, müziğe eşlik etmek gibi bir halim yoktu ki zaten pek de o tarz birisi değilimdir.

Genelde insanlar çılgınca eğlenirken, dans ederlerken ben bir köşede ritim tutar, kendimce sallanırım sadece. 

Daha fazla durmadım ve alt kata indim, bahçe kısmına. 

Epey uğraş içinde, girişin hemen yanında bulunan bar kısmına varabildim. 

Barmaid hızlı ve telaşlı bir haldeydi, aynı anda birkaç tane kokteyl yetiştirme gayretindeydi. 

Bir taraftan pervasız bir dikkatle sipariş akışını kontrol altında tutmaya çalışıyor, diğer taraftan telaşını minimize edip pratik manevralarla zamanı olabildiğince hızlı kullanmaya çalışıyordu. 

Onu hayretle izlerken onca kokteyli nasıl karıştırmıyor diye düşünüyordum. 

Başını kaldırdığında göz göze geldik, bir an telaşesinden sıyrılarak "Hoş geldin" dercesine tebessüm etti. 

Sanki koca dalgaların dövdüğü denizde boğulan birisi gibi, bi' anlığına o hengameden başını çıkarttı, canhıraş nefes alıp tekrar o karmaşanın içine balıklama daldı.

Ama beni gördüğüne mutlu olmuştu, belliydi. 

Açıkçası ben de keyiflenmiştim, onu fena halde çekici buluyordum. Onun da bana karşı boş olmadığını biliyordum. 

Ben de tebessüm ederek temposuna destek olmaya çalışan, ondan daha panik olan barboydan bir bira istedim. 

Dolaptan yeni çıkarttığı buz gibi bardağa bir fıçı bira koydu, leziz görünüyordu. 

Biramdan bir yudum alarak sırtımı kim bilir kaç sarhoşun yaşam destek ünitesi olmuş bar tezgahına dayayarak kalabalığa sessizliğimle eşlik etmeye başladım. 


"Mutluluk da bir neden-sonuç ilişkisi." 

Orta kattaki canlı performansın sesi boğuk bir sesin mırıldanışı gibi kulağıma fısıldıyordu.

O sıra biramdan bir yudum daha aldım ve tam tezgaha koyarken fark ettim ki koyacağım yerde küçük bir sineğimsi böcek vardı. 

O an durakladım. 

Bu küçük mikroorganizmayı tek bir hamlede öldürmeli miydim yoksa onun canını bağışlamalı mıydım? 

Şimdi bu bardağı hiç aldırış etmeden oraya koyarsam onu şüphesiz öldürecektim.

Onun ölümü hayatımda hiçbir şey değiştirmeyecekti hatta birkaç saniyeden sonra aklıma bile gelmeyecekti ama teknik olarak cinayet işlemiş olacaktım. 

Onun olmadığı bir yere bardağımı koyabilirdim. 

Fakat bardak altlığım dışında tezgahta bir yere bardağımı koymayı ezelden beridir sevmem.

Bu konuda takıntılıyım, başkalarının bile böyle yapmasına tahammülüm yoktur. 

Başka bir çözüm düşünmem gerekiyordu. 

Aslında böyle keyifliyken bu kadar ufak bir şeyi düşünmek bile istemiyordum ancak ne yazık ki düşünceleri durdurmak imkansızdır, artık aklımda mahkemeyi çoktan kurmuş, yargılamayı başlatmıştım. 

Bu sorumluluğu neden alıyordum ki? Onun gibi yüzlercesini öldürmüşümdür. Her insan günde birkaç kere katil oluyor, kaçımız bunun sorumluluğunu alıyoruz? 

Bu sefer bu sorumluluğu üstlenecektim, evet gözümle zor ayırt ettiğim bu küçücük canlıyı öldürmeyecektim. 

Elimi birkaç defa tehditkârca savurunca nihayet sinek uçup gitti. 

İşte bu kadar basitti, artık gönül rahatlığıyla biramı oraya koyabilirdim. 

Bu kısa süreli krizden kurtulduğum için ve o sineğin canına kıymadığım için biramdan bir yudum daha alıp kendimi ödüllendirdim. Bardağımı olması gereken yere keyifle koydum. 


Bir süre sonra biramı almak için vücudumu tezgaha hafifçe çevirdiğimde ne göreyim! Bir el bardağını tezgaha koymak üzereydi ve o yerde yine baş belası sinek vardı!

Bu sefer hiç şansı yoktu, ölecekti. Kim bilir cesedi, birbirlerinin vücuduna ilk defa dokunacak parmakların, kendi haber medyalarının ideolojik giyotinlerinin gölgesinde birbirlerine nutuk çeken siyasi ağızların, ayın ortasında cüzdanından çıkan son bozukluklarla son birasını yudumlayan darboğazların, hayatın anlamsızlığı içinde mucize bekleyen hissizleşmiş alkolik suratların bardak altında ezilecekti... Hatta bardağın altına yapışan uzuvları, kahkaha atan sarhoşların masalarının üstünde geze geze parçalanacaktı. 

Onu kurtarmalı mıydım? Hayır, ona bir şans vermiştim, bunu kaybetti. Tanrı bile insanlara bir şanstan fazlasını genelde vermez. Şansın kapısını ikinci kere çaldığınızda onun kapıyı güler yüzle açmayacağı bilinen bir gerçektir. 

Bir yerde sineklerin ömrü yirmi sekiz günden fazla değil diye okumuştum. Erginlik çağını geçmiş olduğunu varsayarsak yirmi günlük ömrü kalmış bir canlı için ikinci şans önemli miydi? Sorumluluk almaya değer miydi? 

Fakat şimdi ölürse onu kurtarmış olmamın bir anlamı kalmayacağını düşünüyordum bir taraftan, haksız da sayılmazdım. Belki hak etmiyordu bu şansı ama şu an elimde kurtarmak gibi bir fırsat varken ve daha demin onu yaşatma sorumluluğunu üstlenmişken, onu ölüme terk etmek vicdanımı rahatsız edecekti.

"Kendi kendime bir mahkeme kurmuşum, kendi kendimi zan altında bırakıyorum. Ne saçma sapan şeyler peşindeyim!" diye kendime kızdım o sıra. 


Tüm bu vicdani yargı nihayet karara bağlanmıştı, onu bir kez daha kurtaracaktım. 

Birayı tezgaha koymasına ramak kalmış olan kolu var gücümle tuttum. 

Kolla beraber hareket eden vücut bir anda stop eden araba gibi durdu. 

Ortamın loş olmasından dolayı, kolunu tuttuğum adamı seçmekte güçlük çekiyordum. Göz göze geldiğimiz bir iki saniyelik o anda, sarhoş olduğunu gözlerinden anladım. O saniyeler içinde kolunu benden kurtarıp çekti ve tüm vücuduyla bana doğru döndü. 

Elimi indirmiştim ve sakin bir nefes alıp adama durumu anlatmak için davranmaya kalkışacaktım fakat onun tepeden hızla başıma bir şey indirdiğini fark ettim. Evet, bu bir Arjantin bardağıydı. Sonrasında görüntü kesik kesik bir şekilde gitti. Duyduğum en son şey kadın çığlığı ile şiddetle kırılan cam sesinin karışımıydı. 


Gözlerimi açtığımda barmaid ve yanında birisiyle -muhtemelen güvenlik- bir odadaydık, kadın, başıma pansuman yapıyordu. 

Durumun ciddi olmadığını, birkaç küçük kesik olduğunu ama yine de hastaneye gitmem gerektiğini söyledi. 

"Sinek kurtuldu mu?" diye sordum, işe geç kalmış birinin saati öğrenmeye çalışan telaşı gibi. 

Kadın güldü ve "Kurtuldu, merak etme." dedi. 

Sanırım ilk başta hafızamı kaybettiğimi veya bilincimi kaybettiğimi düşündü. 

Ona, bardak altlığıma konan sineği kurtarmaya çalıştığımı, bundan dolayı bir sarhoşun beni yanlış anladığını detaylı ve komik bir dille anlattım. 

Hikâyeyi dinlerken sürekli gülüyordu, epey keyif aldığını fark ediyordum. 

Bir anda tanışmış olduk ve sanki birbirimizi uzun zamandır tanıyormuş gibi bir sohbetin içine girdik. 

"Hastaneye gitmeyecek misin?" dedi, tebessümü yüzünde dalgalanan bayrak gibiydi. 

"Replik'e geçerim, geceyi hastanede geçirmek istemiyorum." dedim.

"O zaman biralar benden!" dedi ve şimdi işinin başına dönmesi gerektiği söyledi.


Mekandan çıkıp neşeyle dolu bir şekilde diğer mekana geçtim. 

Keyifle bir bira söyledim. 

Başımın üstündeki acıyı hissetmiyordum. Çünkü çektiğim acının bir anlamı vardı artık. Eğer o sineği kurtarmaya çalışmasaydım, yani bu sorumluluğu üstlenmeseydim başımda bira bardağı kırılmayacaktı. 

Fakat uzun zamandır tanışmayı kolladığım bu güzel kadınla belki de tanışamayacaktım. Ya da her şey bu kadar doğal seyretmeyecekti, bilmiyorum. 

Bildiğim bir şey varsa o da: "Geleceğin gizemi şimdide saklıysa, gelecek şimdidir." demek yanlış olmaz ve yaşamak ancak sorumluluk almakla anlamlanır. Buradan yola çıkarak, o baş belası sineğin sorumluluğunu almamış olsaydım, yaşamın bu küçük hadiseden bana çıkarttığı anlamı kaçırmış olacaktım. Ayrıca öğrenmiş oldum ki yaşamın anlamı; detaylı, sürekli değişen ancak hiçbir zaman kaybolmayan ve tükenmeyen bir sanat eseri. Yakalandığında maçı kazandıran, Potter'ın kovaladığı o "altın snitch" veya Sisifos'un her gün sırtlandığı taş kütlesi gibi yani. 

Tüm bunların hepsini bir kenara bırakıp başımda kırılan bardağın verdiği acıya bir anlam olan kadını beklemeye başladım. Şimdi keyifle biramı içeceğim. 

Ayrıca teşekkürler Viktor.


"Acı anlam bulunca acı olmaktan çıkar."

Viktor Frankl