“Nefes alamıyorum!” diye yükseldi oturduğu yerden. Fiziksel bir yükselme falan yoktu ortalıkta hatta uzaktan bakan biri herhangi bir hareket görmediğine yemin edebilirdi. Ama ben hissetmiştim. Bir yükselme söz konusu olduğunda bunu hem anlardım. Alışmıştım artık ne de olsa... Onun her hareketini, her yükselişini ve derinlere alçalışını ezberlemiştim. Ve yine tekrarladı “Nefes alamıyorum!” Bu seferki dikey bir hareketle yükselmek değil, yatay bir hareketle uzaklaşmaktı. Oturduğumuz masadan, adını yanlış söylemekten korktuğu kahveler satan kahveciden, yaşadığı şehirden, şehrini çevreleyen dağlardan ve dağları saklayan denizlerden uzağa; kıtalar ve okyanuslar sonrasına doğru yatay bir hareket. Bu yatay olarak yaptığı uzaklaşmalar umurumda değildi, çünkü başladığın yere döndürmek gibi kötü şakaları vardı dünyanın. Ama dikey hareketleri, yani yükselişleri tehlikeliydi. O zaman onu tamamen kaybetme korkusuna bürünüyordum. Çünkü yükselişin sonu yoktu. Gökyüzünün sonu yoktu ve bunu en iyi ben bilirdim...


Son zamanlarda iyice artmıştı bu buhran halleri. “İçimin boşaldığını hissediyorum.” diyordu her seferinde. Onu teselli etmenin -ya da geçiştirmenin mi demeli- her zaman bir yolunu bulan ben, artık iyice çaresiz kalıyordum bu buhran anlarında. O kadar derin ve o kadar net bir boşluktu ki bahsettiği, ne söylenebilirdi? Hem neden bir şey söylemesi gereken kişi hep ben oluyordum? Neden hep ben anlayan kişi olmak zorundayım? Kaç zamandır her anında, her coşkusunda ve hüznünde onu anladığımı hissettirdim de ne oldu? Ne hali varsa görsün! Yok olsun kendi hiçliğinde. Benim varlığımın değerini bilmemekten tüm bu hissettikleri. Kendini anlayan kimsenin olmadığını hissederken nasıl yaşar insan? Ben onu anlıyordum ama o bunun değerini bilmiyordu. Tabii boşluğa düşer ve tabii içinin boşalmasından dert yanar. Hem içi zaten boştu da farkında değildi. Benimle doldurmayı seçmediği için tüm bunlar. Nefes alamıyormuş... Kaç kere gerçekten nefes almayı denedi acaba? Sorarsan tüm evrenin, cümle âlemin, sokaktaki aç çocuğun çektiği acıların kokusunu aldığını ve bu yüzden mutlu olamadığını anlatacak saatlerce. Hemen yanı başında duruyorum, benim kokumu duymuş mu hiç? Benim kokumu duymaya yetecek kadar derinden nefes almaya cesaret edebilmiş mi hiç? Gözleri dalıp gittikçe boşluğa, kendimi aradım hep o bakışlardır. Acaba ben mi geçiyorum şu an aklından? Bizi mi düşünüyor? “Ne yapacağım ben bununla?” der gibi tatlı bir sitem mi ediyor beni ona veren kadere?


Yani haklı tabii, onun için kolay değil varlığım, bu kadar yakınında olabilmem bile bir mucize. Hem zaten tüm beklentilerimi yok saymamış mıydım onu seçerken? “Onu seçerken”, ne saçma ifade! Sanki gerçekten bir seçim söz konusuymuş gibi, sanki seçme şansım olmuş gibi... İçimden koştu geçti işte yaban atları. Karnımda kelebekler uçuştu falan diyenler varmış bu duygu için. Onlar hiç âşık olmamışlar bence. Böyle bir tepinmeyi kelebek gibi naif bir canlıdan nasıl beklerler? İnsanı içerden ezip geçen bir şey bu. İçten dışa bir açılım...


Her zaman biraz garip, herkesten biraz farklı olmuştu. Bu farklılığıydı belki beni çeken, buna ihtimal vermiyor değilim. Başlarda ona karşı hissettiklerim yaşam enerjim olmuştu adeta. Şimdi ise tüm varlık ve yokluk bir araya gelmiş de yine de dışarıda kalmış gibi hissediyorum. Kahvenin onu kesmeyeceğini anlayalı yaklaşık yarım saat olmuştu ama bunu onun anlamasından korkuyordum ki “Geçen ay aldığımız şaraplar duruyor mu?” diye sordu. Artık geri dönüşü yoktu, sabaha kadar içip sarhoş olmasına ve üstüne sürekli konuşmasına tahammül etmek zorundaydım. Ama olsundu, uykuya sarhoş olarak daldığı zamanlar parmaklarımı saçlarında gezdirmeye cesaret edebildiğim nadir zamanlardı. Onunla anneliği, babalığı, sabrı, şefkati ve en zoru karşılıksızlığı öğreniyordum. Karşılıksızlık demişken, karşılığı vardı aslında. Sadece onun için doğru zamanın henüz gelmediğini düşünüyordum. “Aslında öyle düşünmek istiyorum” gibi itiraflara girmeyeceğim çünkü gerçekten öyle! Onun için doğru zaman henüz gelmedi. Hepsi bu.


Aynı evde yaşamaya karar verdiğimiz gece sabaha kadar uyuyamadığımı hatırlıyorum. Şimdi ise tam 3 yıldır aynı evi paylaşıyoruz. O günle bugün arasında bir fark var mı? Bilmiyorum. Milyonda hatta milyarda bir ihtimalin beni bulduğunu, sevdiğim kişiyle beni sevecek kişinin aynı olduğunu sandığım heyecanlı günlerdi işte. Ama sevecek, belki de seviyor zaten, sadece bunu kabullenmesi için zamana ihtiyacı var. O gün geldiğinde ben her zamankinden daha büyük bir adanmışlıkla hazır bekliyor olacağım.

Kapıdan girmemizle kendini kanepeye atması bir oldu. Sabah yaptığım temizliği fark etti mi acaba? Zeytinyağlı taze fasulye yapmıştım -en sevdiği yemek- aç mıdır? Ama hiç yemek yiyecek gibi de değil. Sahi derdi ne bunun? Bu sefer farklı sanki. Hatta son bir aydır bir haller var. Bilmediğim bir şey olabilir mi? İyi de neden bana anlatmasın? Bana anlatmadığı bir şey olabilir mi gerçekten? Yoksa yıllardır beklediğim o çözülme anında mıyız? Çözülme öncesi son direnişlerin etkisi mi bu halleri? Neyse bir iki kadeh içsin dökülür elbet. Saklayamaz ki hiç hemen anlarım derdini. Yemek faslına hiç girmeden şarabı getirmek en iyisi. Hemen sarhoş oluyor zaten, şişenin sonuna gelmeden uyumuş olur. Bense parmaklarım saçlarının arasında, kendi sarhoşluğumla uykuya dalmamanın tadını çıkarabilirim. Ofise yeni gelen birinden bahsediyor son günlerde sürekli, belki o’dur kafasına takılan. Bir yıldır beklediği terfiyi yeni gelene kaptırmaktan korkuyor olabilir mi? Tabii ya! Nasıl daha önce düşünemedim? Ne kadar başarılı, üstelik ne kadar çekici biri olduğunu anlatıp duruyor, terfi beklediği pozisyon için ideal bir aday daha. Onun için zorlu bir rakip hatta. Ne kadar çalışkan ve disiplinli olsa da kendine bakmaz oldu hiç. Neyse ki her haliyle benim. Daha doğrusu olacak. Bekliyorum.


Benim içmeme fırsat bile vermeden içiyor ama bu sefer geç sarhoş olacak gibi görünüyor. İçtiğimiz kahveden muhtemelen. Bense hâlâ ilk doldurduğum kadeh elimde onu dinliyorum. Dinliyorum ama bir süredir anlamlı cümleler kuramıyor sanki. Sıkıntısının asıl sebebin anlatması için baskı yapmaya karar veriyorum. Bana her şeyi anlatabileceği manasına gelen bir sürü cümle geveliyorum ağzımda. Ki son zamanlar iletişim biçimimizi bu gevelemelerim şekillendiriyor zaten. Ama beni duyduğunu sanmıyorum artık. Konuşmaları sayıklamaya dönüşmüş durumda, gözleri kapanmak üzere ve başı omzuma düşmemek için son kıvrak hamlelerini yapıyor. Geçen akşam izlediğimiz belgeseldeki birbirine kur yapan hayvanlar geliyor bir an aklıma, içime bir sıcaklık yayılıyor ama hemen uzaklaşıyorum bu fikirden ya da hayalden mi demeli? Henüz değil! Henüz hazır değil. Ve nihayet beklenen an! Kafası omzuma iniş yapıyor ve derin bir uykuya dalıyor. Ben ise dakikalardır beklediğim anın gelmiş olmasının heyecanıyla saçlarını okşamak üzere ilk hamlemi yapıyorum. Hareketlenen kolumun etkisiyle son bir hamle kafasını kaldırıyor, gözleri açık ile kapalı arası ve belli belirsiz iki kelime dökülüyor ağzından: “Âşık oldum.”


Yıllardır duymayı beklediğim kelimeler çıkıyor ağzından nihayet. En azından girişi doğru yaptı. Ama tam burada durması için yalvarıyorum Tanrı’ya. Devamı gelmesin istiyorum. Bir ateş basıyor bedenime. Hazır değilim sanırım. Bu kadar zamandır bütün hayallerimin üzerine dökülecek can suyu olacak söyleyecekleri ama dursun söylemesin istiyorum. Biraz da duyacaklarımın, duymayı beklediklerim olmamasından korkuyorum belki de... Derken bir isim kusuyor ağzından. Yeni gelenin ismi bu. “Seviyorum.” diye sayıklıyor yeniden. Harfler yerlere saçılıyor. Daha sabah temizlediğim halının, kanepenin, sehpanın... Tüm evin içine saçılıyor ve her yeri kirletiyor. Ne sarhoşluklarını çektim ve ne kusmalarını temizledim bu halılardan ama bu defa başka. Bu defa çıkacak gibi durmuyor bu lekeler. Ev, evimiz kirlenmekle kalmıyor sonu yıkımla bitecek bir sarsıntıyla sarsılıyor. Birlikte boyadığımız duvarlardan dökülüyor uçuk mavi boya. Rengini aylarca tartışıp karar veremediğimiz boya. Bizim boyamız. Ve bu sefer derin uykuya kapanıyor gözleri, başı düşüyor yeniden omzuma. Son bir kez saçlarına gidiyor ellerim, derken havada yakalıyorum kendimi, engel oluyorum ellerime.

Kapıyı kapatırken kilidin çıkardığı sese takılıyor aklım. 


Dışarıdan kapandığında hep mi böyle ses yapıyordu acaba diye düşünüyorum. Şimdiye kadar fark etmemiş olamama şaşıyorum. Apartman boşluğunun dökme beton, soğuk basamaklarından inerken yine o atlar geliyor aklıma. Yaban atları. Bu defa içimde tepinmek yerine uzak bir denizden geçen atlar...