Kadın yavaşça aralamış gözlerini ve rahatsızca kıpırdanmış; dün geceyi, normalde maruz kalmamak için kendini insanlardan soyutladığı ama buna rağmen gecesini altüst eden o duyguyu hatırlamış. Yetersizlik hissini… Hem de en kötü olabilecek en rahatsız edici formunu: kendi kendine yarattığı o mücadeleyi. Aklına her zaman övündüğü o duygusuz, kararlı, azimli duruşu gelmiş; oysa dün gece bunlardan eser yokmuş. Hayatının her dakikasını bir başkasından duygusal olarak önde olmaya , kazanmaya adamış bu kadının kendi yarattığı o hissin aslında alıcısı olmadığını, bu dikenlerle dolu kutuya bu zindana kendini hapsedenin yalnızca ve yalnızca kendi olduğunu anlayacak ne bir tecrübesi ne de neyle mücadele ettiğine dair bir fikri varmış. Bu kadının hayatında karşılaşmadığı bir şekilde ilk defa oyuna kendisi yabancıymış. Üstün olmak, hissetmemek veya karşı koymak... Bir insan, baktığı gökyüzünün rengine, herhangi bir salınımına rüzgarının, vuran güneş ışığının teninde bıraktığı sıcak izlere bile sayfalarca iç dökebilecek iç dünyaya sahip biri, nasıl olur da hayatının tamamını bütün bu sonu görünmeyen dolambaçlı patikaya adar? Bir insan nasıl gözlemleyebildiği dünyadaki her acıyı çağlayan bir şelale gibi dışarı vurmaktansa yok sayabilir? Kim kendi dışında bütün dünyayı yok saydığını düşünürken kendini bir hapiste kral olarak görebilir?