Bilinç Güncesi - 1


Gülünç bir manzaraydı. Sesler aynı formundaydı, bakışlar aynı normdaydı fakat bir "şey" vardı. Şeylerin muğlaklığında bir yitiklik; anlamı uzaklaştıran, zihni uyuşturan bir boşluk açılmıştı. Bir yolculuk başlar, başladığı noktayı zamanın hezeyanının ardından küçük bir tebessümle belli ederdi. İşte o tebessümdeydi. Farkındalığın sancısı ruhsal kramplara benzetilebilirdi lakin öyle değildi. Sadece soğuktu. Evet, tek kelimeyle buydu! O an zihninin kapılarının açıldığını, kendini yüzüstü bıraktığını hissetti. Bütün bunlar nedendi? O, bundan nefret ederdi. Sessizliği yutar ve nedenselliğinden iğrenirdi. Oysa düşünmekten bahsederdi. Sahici düşünmek neydi? Hem düşünülmemiş ne, hangi parça vardı? Bak işte, yağmalanmış merak duygusuydu belleğinin avuçlarındaki. Belleği arı kovanına benzerdi: Çalışkan, üretken ve zihnini arada bir iğneleriyle zedeleyen. Kelimelerinden bal damlıyordu, çağrışımları başına belaydı. Okudukları, gözlerinden kaptığı bütün o kelime yığınları bir hastalığa sebep olmuştu. Ona söylemişlerdi, çok okuma demişlerdi. Eskiden ne çok korkarlardı bundan. Zihni sanki kelimelerle beslenmekten yağ bağlayacaktı, oysa "yağ’’ eylemsizliğin getirisiydi. Kendininkinin çok zayıf olduğunu hissediyor, kemikleri varlığına batıyordu. Hastalıksa kolay kapıyordu, mecalsiz ve yalnızdı. Yalnızlığını arada bir buruşturup ruhuna fırlatıyor, ruhu da sabah atılan ilk simide üşüşen martılar gibi uçuşarak yemi kapıyordu. Bu bir çarktı. Bir süre anlaşılmazlık personasını öyle sıkı giymişti ki sonunda neyin anlaşılmaması gerektiğini hatırlayamadı. Anlam avuçlarından hızla kaydı. Anlam avuçtan bir defa kayardı, eğilip alınan şey eğilmenin getirdiği acziyetle oldukça hırpalanırdı. O vakit daha iyi personalar gerekirdi, insan varlığının acizliği acizlikle kapatması en kolay oyunuydu. Kusurların üstüne gidilmezdi, korkulurdu. Neticede yirmi birinci yüzyılın eğitilmiş çocuklarıydılar. Güzelliğe tapmalı, estetik olana saygı duyulmalı. Böylelikle sanat da o kılıfın içinde boğuldu. Oysa gücü kusursuzlukta değildi, kusuru kusursuzlaştırabilmekteydi. Çok zayıf, hastalıklı ve kusurlu bir kadın bedenini bütün çıplaklığıyla resmederken resme hüzün katabilmeli, arzu tohumunu bedenin çıplaklığına değil, duyguya ekebilmeliydi. Ya da bu katıksız bir romantizmdi. Romantizm, acıyla sonuçlanan bir hassasiyetti. Bir orta noktası yoktu, kaybedildiğinde geriye yine "katıksız’’ gerçekçilik kalırdı. Kötücül bir hakikat, hakikat sayılabilir miydi? Öfke, gerçeği sıklıkla barındırmazdı. Beklentiden beslenen hayal kırıklıkları alevi körüklerdi fakat zihni yanıltırdı. Yeniden inanmanın güçleştiği bir yüzyılda insandı. Hisleri pamuk ipliğine bağlanmıştı ve benliğinin o pamuk ipliğine ağır geldiğini biliyordu. İnsan bir kalıba sığmamalıydı, varlığı bu noktada özgür olmalıydı. Varlığı da bir kalıptı, kendi kalıbını yadırgayamazdı. On sekiz yaşında, düşünmenin ilkel mağarasında bir insan varlıktı. Çocukken bu yükü taşıyamadığından tanrıya kızar, onu neden kedi, köpek, kuş bir varlık olarak yaratmadığından yakınırdı. Bilinç ağır bir yüktü, sanki kuş olmanın yüksüzlüğünü yaşamıştı. Sonra tanrının öfkesinden korkar, düşüncelerinin sesini kısardı. Kesmek, hiçbir zaman öğrenemeyeceği bir eylemdi. Kendi kurmacasında gerçek biri olamamıştı. Ah bir şey olabilseydi… Öyle başıboş kahkaha atabilse, öyle şuursuzca cümleler kurabilse, kendine öyle güvenebilse… Ne çok şey yapar, ne çok şey konuşurdu. Ne çok güler, ne çok ağlardı. Oysa kendi kapanına takılmıştı. Kapanı takılmak için kurmuştu, bu oyun onu eğlendiriyordu. Daha sonraları bunun hiç keyifli bir oyun olmadığını anladı. Daha oraya gelmemişti. Şimdilik sadece kahvesini içiyordu, mutsuzluğu kesif bir koku henüz değildi.


Ne çok şey vardı yapacağı. Hayvanları sevecek, kelimeleri birleştirecek, insanları uyandıracak ve dünyayı kurtaracaktı. Birileri onu bekliyordu, bunu biliyordu. O "birilerine" ulaşacaktı, sonra ilk sigarasını onlarla içecek, o birilerini sevecekti. Onlar da onun gibi olacaklardı. Onların beklemekten ve yanılmaktan katranlaştığını bilmiyordu. Gözlerine bakınca tanıyacağını zannediyordu. Onlar için yargı çoktan başlamıştı ve artık yine onlar için sadece bir hükümden ibaret olacaktı. Dünya hükümlerle kurtarılmıyordu, o hukuktu; herkesin kendi adaletini yaratmaya çalıştığından bihaberdi, daha çocuktu. Ruhuyla bir tene dokunabileceğini, yaşamın "iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigara’’ ve "ellerini seviyorum diyen sesin kederi’’ olduğunu zannediyordu. Yeniden doğacaktı.


Kahvesini bitirdi ve gardaki insanları seyretmeyi bırakıp otobüse bindi.