Yazmak zorundaymış gibi oturdum bugün sarı örtülere bürünmüş masama, sırtımda bir sarı şal. Yaşamın sırrını sorgular gibi, son bakışlarımla bakıyor gibi bir mana arıyor gözlerim. Bir film izledim bugün; ailevi problemleri olan, hayatın sırlarını arayan, okuduğu öğretmenlik bölümünü yeni bitirip köyüne dönmüş bir genç... Kendini çok iyi ifade eden fakat insanların anlamamaya ant içtiği biri adeta. Hiçbir zaman kabullenemediği ve kendini içinde görmek istemediği hayatı sorgulayan ruhunu asıp, anlamlandıramayıp nefret ettiği babasına dönüşürken film bitiyor.

Evet... Aslında tam olarak bu değil mi hayat? Anbean yiten duygular, inançlar, beklentiler, umutlar... Ve kaçınılmaz bir son olan o kabulleniş. Çoğu insanın hayatı bu minvalde şekillenirken, hiç mana aranmayan içi boş bir hayata dönüşüveriyor sanki hayat. Belki de aslında hiç anlamı olmayan şeyleri anlamlandırmaya çalışıyor, tüketim bağımlısı oluyor mesela. Sürekli bir şeyler alarak kendini göstermeye çalışıyor, huzurdan yoksun mutluluklar yaşıyor. Ya da içi boş edebiyatlara dem vuruyor. Kendini sosyal medyanın kollarına atıyor, içerik üretmek için geziyor, içerik üretmek için yiyor, içiyor, yazıyor... Üstelik herkesin tek meselesi onun yediği yemek, içtiği mocca, biyografisine veya durumuna yazdığı içi boş sözler sanıyor. Bir nevi kendini ispatlama, olduğundan daha üst kapasitede görünme çabası yani. Oysa kabullense kendini, hayatını. "Benim hayatım bu ve yaşayan benim. Kimseye de ispatlayacak bir şeyim yok. Dümdüz insanım." dese kesilecek o göğsündeki boşluk. Sözün özü, özü kabullenmek...