Uzun soluklu olan her şeyden çabuk sıkılmalarımız, değişmez yargılarımızın başlangıç noktasıdır bir bakıma. Uzun süreli filmler mesela, uzun süreli yolculuklar, sohbetler, sessizlikler, hayaller, aşklar ve hatta yaşamak… Çığrından çıktıları an, tahammülü zor saniyeler ve hatta saatlere dönüyor o an hâkimiyeti altında olmak zorunda kaldığımız ne varsa.

Başlangıçta hiç bitmesin dediğimiz her şey, sınırlarımızı ve algılarımızı zorlamaya başladığı andan itibaren bitmesi için dört gözle beklenen bir işkenceden ötesi değil. Son bulması için dua edilen bir kâbustan fazlası değil. Tahammül sınırları ne kadar darsa bıkkınlık, başkaldırı hatta saldırılar o kadar ivedilik kazanarak kaos yaratır toplumsal alanlarda. Bazen insan kafası içerisinde…


Kısırlaştırıyoruz tüm çeşitlilikleri ve tekdüze bir hayatın kalıbına oturtturuyoruz kendimizi. Nedeni-niçini merak etmeden toplum tarafından kabul görmüş bütün savları, ‘doğru’ addedip onlara itikat etmeye ‘yaşamak’ diyoruz. Yaşamak(!). Bütün ağır olguları basite indirgemek, yaşama buhranlı ve sıkıcı bir hava katmaz mı? Bireyi çıkmaza sokan sebeplerin üstündeki tozları üflesek, altından bu nedenler peyda olmaz mı?


Çevremize ördüğümüz mutsuzluk duvarlarının temelinde yatan bizizdir. Ve yine kendimizizdir, bize kötü gelen olgulara boyun eğip istisnasız her şeyi kabullenen. Tezatlıklarla doldurduğumuz anlardır, tahammül seviyemizi dolduran ve bütün sınırlarımızı altüst eden. Toplumsal savlar ve tabulardır bizi kontrol altına alan, gizliden gizliye kısıtlayan ve kişiyi kalıba oturtarak uzun soluklu güzelliklerden dahi bıkkınlık duyurtan. Bunların canını okumaya muktedirdir insanoğlu, gel gelelim ki bu başkaldırıya kimin ne kadar cesareti olabilir? Tek bir doğruya inanmış büyük güruha, yanlışlarını haykırmayı kim göze alabilir? Ben burada aslında bu yoldaki kandillerden birisini tutuşturmuş bulunuyorum da, etraf hala karanlık.

Gözlerim kamaşır korkusuyla mahzenden çıkmayıp, karanlıkta küf ve rutubet kokusuyla hemhal olmak ile insanlar eleştirir ve karşımda durur diye düşüncelerini ve mevcut yanlışları dile getirmek istememek, korkuya kölelik ve kula kulluk etmekten başka nedir? Bu tutum insanın aslında ne denli aciz bir varlık olduğunun göstergesi değil de nedir?

“Hayatı fazla ciddiye almayın” diyenleri ciddiye almayın. Zira hayat sizi fazlasıyla ciddiye alıyor. Kendi sınırlarınızı başkasına tasarlatma imkanı verip, o sınırlara başkasını dahil ederek, onların yaşadığı hayatı sizin de yaşayacak olma ihtimalinizi güçlendirecektir. Kırmızı çizgilerinize barikatlar koyun. Hatta surlar örün, giremesinler içeriye ve merak etsinler içerideki dünyanızı. Herkesin kabul gördüğü şey doğrudur düşüncesini de silin atın kafanızın içerisinden. Zira sorgulanmamış hiçbir şeyin doğruluğu geçerli değildir. Olmamalıdır.