Gücenmeye dahi fırsat tanımayan olaylar ile boğazımızı tıkıyor bu yüzyıl. Vaktiyle, insanlar bu kadar hasta değildi, iki büyük olay arasında kalıp ikileme girmezdi bir toplum. Sınırları güzellikle örülüydü insanların. Kimse karıncaya düşman değildi. Kimse, kalbi sadece toprak olan ağaçları ziyana uğratıp kafasının içindeki siyah düşünceyi tatmin etmek için yakmazdı. Kuş rahatsız olmasın diyeydi ağaçtaki yuvasına bakılmaması. Yaşamayı bir sancıya dönüştürmemişti henüz insan; elini kekre bir tat veren suçlara atmamışken. Tabiat, insana hiç bu kadar hizmet etmek istememişti. Avuç içleri böylesine beddua olup içilmemişti. Bizim için tek masumlar, sanki yalnızca şehitlerdi...


İnsanların dışı elbette bu kadar oturaklı değildi. Peki kim söyleyebilir içimizin bu kadar bozguna uğratılmadığını? Kim ve kaç kişi okuyabilir bir yüzde beliriveren o kahredici, dehşet veren iç sancılarını? Şuur, sadece tepki gösteren insanın mayasında yoktu, bir bebek de tepki verebilirdi hissettiği zulme karşı. Bir el iniyorsa bir toplumun huzurunu dövmek için; bin el inmeliydi o kalkan eli kırmak için. Havayı, hayvanı, tabiatı, kadını kirletmeye fırsatlar arayan karaltılı yüzlerin yüzüne tutulacak fenerdir birlik ve beraberlik.


Ağladığında hatırlanan bir anne olmak mıydı yalnızlık? İnsan, kendisine biçilen yaşamı bu kadar hor kullanıp vebal denizlerine girip yıkanmamalıydı. Ah! Korkuyorum bir gün pencereden seyrettiğim gökyüzünün gözüne insan kaçacak diye. Kendi bedeninden kopuk, isyan eden ruhuyla kendisinden başka her şeyle güreşmeye çalışan, alt edemediğini diliyle ve eliyle yakıp yıkan insanlar kümesinden oluşmaya başladı çevrelerimiz, farkında mısınız? Bu iç çöküntüsünün verdiği yıkımı görmek için şöyle kalabalık yerlere bakmak yeterli.


İnsanlar yaşamamak ve yaşatmamak istemeyi hiç bu kadar istememişti. Kabirlere çarpıp çarpıp geri çekilen ölü nefeslerin çoğalmaya başladığı zamanlardan beri ölüler daha bir yaşar oldu anılarımızın en kıskaç noktalarında. Etiyle, kemiğiyle yaşadığı çağdan nefret ettiğini söyleyenlerimiz aslında her yanıyla hayıflandıkları çağın içinde. Dilin kemiği yok işte...

İstenileni giyinip istenileni yiyip istenileni hedef alıyoruz. Lakin herkes böyle beylik laflar edip sorumluluk bilincini tamamlamış gibi davranabiliyor; bunun olmaması gerekirken.


Bilmek güçtü belki ama bilmemek güçlüktü...

Merhametiyle sararak bir canlıyı, onun dilsiz ağzını anlamak güçtü. Irmak ırmak yağarken insanların o feryat boğumlanışları; bu dili anlamamak güçsüzlüktü. Daha kendi türünün dilini anlamayan, ağzı kadar büyüklükte bir şeyi kaybettiğinde o ağzıyla dünya dolusu bağıran, kendini mutmain kılmak için insanlara karşı delik cebini ve yırtılmış dilini kullanan, kendisi bir tiyatro oyunundaymış gibi komik, pervasız ve hicapsız hareketler sergileyen ama aslında gerçek tiyatroyu unutmuş ve gerçek rolünü çoktan menfaatin, ensesi kalınlıların ve kolay zamanların masasında terketmişlerin o insan silüetini; insansızlık seliyle çoktan alıp götürmüştü hayat. İnsanın hikayesi bu kadar acıklı olabilir miydi? Hani en üst mertebenin yıldızıydı insan? Ama yine oydu; kendini de beraberinde olduklarını da hayatın değirmen taşında öğütüp hayatı anlamlı kılan. Yine oydu, kendini de beraberinde olduklarını da hayatın parçalayıcı ağzında kırıp toz buz yapan.


Farkında mısınız bilmem; kimsenin yukarıdan aşağıya bakınca gördüğü şey kendisinin yansıması değil. Bilakis, basit sandığı insanlar oluyor aşağı bakınca gördüğü. Bu şehvetli böbürlenmenin insana verdiği sahte yücelik hissidir biz insanları bu kadar yıpratan. Bu sahte yücelik hissidir çalışanına eşya gözüyle bakan, zengine yukarı katlardan sigara çektiren. Budur, insaniyeti eksiksiz eksilten. Artık, ölmek üzere olan bir ceylan ürkekliğini giyiniyor her nefes.

İnsanlara virüs bulaşmıştı elbette. Ancak "insanlığımıza" bulaşan virüstü bizi daha çok evlerimize tıkayan. Mazlumun kendisi, malı ve hayvanı yanıyordu elbette. Ancak "insanlığımıza" gelen yangınlardı bizi bizden böylesine kaçıran. Bakıp da göremediğimiz çırpınışlardır bizi bu kadar anlaşılmaz kılan. İnsan hiç kendisini ateşe verir miydi?


Anlıyorum...


Habil'den süregeliyor kin, nefret ve zülüm.

Ta oradan belli kalbimizdeki bu sert düğüm.