Kendimi kaybedişimin üzerinden fazla geçmedi. Sanırım birkaç ay önceydi. Bulduğumu sandığım anlar da oldu ancak birer kandırmacadan ibaretti. Aslında kandırmacadan da öte bilmediğime alışmak istememekmiş. Hiç böyle olmamıştı ve hiçbir zaman da böyle olmayacak düşüncesiyle yaşamıştım. Uzun bir hikayeydi anlayacağınız. Ama biz anlayamamıştık. O şeyin içindeyken anlamsız gelenler, değerini yitirmiş gibi gözükenler, oyun bittiğinde ne kadar da kıymete binermiş. Oyun bitti dediysem eller yukarı gibi değil. Sobeleneli çok oldu. Hatta üzerinden yıllar geçti. Ama şimdi bakıyorum da çoğu yanılsama, eksiklikleri gidermek için kullanılırmış. Sevilme isteği, ilgi görme isteği, ilgi duyma isteği... Tarkan'ın karması mıdır bilinmez ama ona da inanırım hani. Önemli olan "hatalar yapılır mühim değil" diyebilecek alanı yaratabilmekmiş. Neden bir dağ olamadım bunca zaman? Bir dağdım aslında; bir dağ serabı. Sönmüş bir volkanikte değildim küllerimden doğabileyim. Bu sefer başaramadım. Ben kendime dayanamazken sen nasıl dayanabilirdin bana? Sertab'ın dediği gibi, biraz daha dayansaydın sarar mıydık belki? Ama çokta istedim gitme diyebilmeyi. Bir ölüm mü doğurduk şimdi? Emzirecek miyiz bile bile?

Ölüm demişken, ölüm acısıyla birebir yüzleşmeyenlerin ayrılık acısının nasıl hissettirdiğini tam olarak anlayamadıklarını düşünmekteyim. Babamı kaybettiğimde 19 yaşındaydım. Ölüm haberini aldığım günü hatırlıyorum. Sıcak bir histi, çok sıcaktı. Hani yemekten bir kaşık alırsın ve damağın yanar. Ama acısı gün geçtikçe daha da artar, demlendikçe koyulaşır acın. Kaldı ki gelişim çağındaki bir çocuktan birkaç yıl ayrı kalmış bir babanın hissettirdiği duygulardı bunlar. Yıllarca mücadelesini verdiğim, tanımlamaya çalıştığım bir duygu yumağıydı ve bitmedi. Ayrılıkla ölümü birbirinden ayıramıyorum o yüzden. Hele ki ilk ve son'da da dedikleri gibi, "her şey sığmaz aslında onca yıla ama sığdı" cinsinden izler taşıyorsa bu ayrılık. İşin en acı tarafı, köz haline gelmeyecek, küllenmeyecek. Çünkü ben ölümü biliyorum. Sıtmaya razılığımı kaybedeli de çok oldu.

Bir hologramla hayatıma devam ediyor gibiyim. Birden mutfak sandalyesinde beliriyor. Karşılıklı oturuyoruz. Ben çay içiyorum, ağlıyorum. O gülümsüyor. Daha sonra koltuğun köşesinde fark ediyorum onu. Dizlerine yatmak istiyorum, ağlıyorum. Duş alırken duşakabinin kapısı açılıyor, bir anda beliriyor. Ağlıyorum diyorum, gülümsemeye devam ediyor. Araba kullanırken de yanımda oturuyor. Bu seferde dinlediğim şarkıların ne kadar sıkıcı olduğunu söylüyor. Anılarımızın olduğu yerlerden geçiyorum. Bazılarına umarsızca sürüyorum, düşünmeden koşuyorum. Bir göl kıyısında meyveler yediğimiz bankta oturuyorum. Bu seferde yanımda yoksun, korkuyorum. Ama beni yenemediği tek bir yer var. Yatağın soğuk tarafını sıcak tutmaya çalışıyorum. Çizgi filmlerde ruhun bedenden çıkışını hatırlıyorum. Şimdilerde o hologramla adeta bütünleşiyorum. Birlikte uyuyor, birlikte uyanıyoruz. Ama sadece ayaklarım üşüyor. Normal mi?

Her neyin içindeysek bunu onunla mahvettik. Bu sefer beceremedim, beceremedik. Şimdi şarkılarda buluşuyoruz. Ağlıyoruz, gülüyoruz, birbirimize giydirmeye devam ediyoruz. Suçlarken birbirimizi en güzelleri yitirmişiz, görememişiz. Şimdilerde daha iyi anlıyorum. Kabul ediyorum; çok özledim. Sesini, tenini, kokusunu... Sanırım en çokta uyandığım ilk saniyeler hayatımda varoluş hissinin verdiği mutluluğu. Dur, dur! Ağlamayı sevmediğimi söylemiş miydim?

Buraya kadar okuduysanız, merak etmeyin bitiyor. Tahmin ettiğiniz gibi yazdıklarım son buluyor.