Caddenin işveli bir güzelliği vardı. İnsanlar, sanki caddenin büyüsünden kopmak istemez gibi, telaşla işlerini halledip yine caddeye geri dönüyorlardı. Ben de o caddenin içinde kaybolmuşken, köşede saat satan bir amcaya rastladım. Yüzünde hafif bir asabiyet, yanında ise küçük bir tezgah vardı. “Amca, bu saatler kaç para?” dedim. Aslında alıcı değildim; insanların amcayı adeta rüzgar gibi esip geçmesi biraz canımı sıkmıştı.

Amca derin bir iç çekişle cevap verdi: “Evladım, ne verirsen fiyatı odur!” dedi.

“Öyle şey mi olur amca!” dedim. “Biç bakayım bir fiyat.”

“Beş yüz lira!” dedi pat diye.

“Amca, pazarlık yapamıyor musun sen? Ortası yok mudur bunun?”

“Ortası moratası yok evlat, biçtim işte! Beş yüz lira, alırsan al, almıyorsan çek git!”

Amcanın yüzüne bakınca, kaybedilmiş savaşlardan çıkmış bir hali vardı. Belki sadece yüz hatları öyleydi, belki de her insanın bir trajedisi vardır romantizmine fazlaca alışmıştım. Ama arkamdan geçen insanların kalabalığı artıyordu ve omuz atmalarından bunu anlayabiliyordum. Biraz daha yaklaştım, amcayı biraz daha konuşturmak istedim. Caddenin akışını bozmak gibi bir niyetim yoktu.

“Beş yüz lira da çok amca! Bu saatler zaten sanayiden çıkma değil mi? Yan sanayi ürünler falan...” dedim, hafif bir sırıtışla.

Amca, başını sallayarak gözlerini devirip güldü. “Oğlum, ben öyle sanayi manayi anlamam. Bu saatler, benim batan dükkandan kalan son saattir!” dedi. “Sanayi malı değil, Kocamustafapaşa’daydı dükkânım! Evlatlar dükkanı içindekilerle sattı, bana da bunlar kaldı. Okuyacaklar dedim, okutamadım. Ulan dedim, bir işleri olsun bari, dükkânı bunlara verdim. Ne yaptılar biliyor musun? Hıyarlar dükkânı sattı! Hayırsız, adam olmaz bunlar!”

Gözlerimi kısarak sırıttım. “Yani amca, sana saati satarak iş yapmayı öğreteceklerdi ama dükkânı mı sattılar?” dedim, hafif alayla.

Amca kaşlarını çattı, sanki o an evlatlarını karşısında görmüş gibi. “Aynen öyle be! Tam hayırsız bunlar. Dükkanı sattılar, o kadar malzeme gitti, benim cebime beş kuruş para girmedi. Üstelik satarlar satmaz kaçtılar! Ah ah, gençlik de böyle işte! Ulan hayırsız evlat, bari telefon aç!” dedi, gözlerinde bir hüzünle karışık bir sinir parlaması.

Ben de dayanamadım, biraz daha üsteledim. “Peki amca, madem evlatlar kaçtı, bari bu saatler neyin nesi? Elinde kalan tek miras bu mu yani?”

Amca başını sallayıp ellerini açtı. “Aynen öyle! Bunları satmak, vakit geçirmek işte. Yoksa paradan falan değil! Kadının hafta sonu dilini dinleyeceğime buraya gelip saatleri diziyorum. Ama saatler biterse ne yapacağım onu da bilmiyorum. Mecburen karının ağzının tadına bakacağım!”

Gülmemi tutamadım. “Yahu amca, o zaman senin karına biraz borçluyuz demek ki! Kadıncağızın dilinden kaçıyorsun diye caddede saat satıyorsun!”

Amca, bana sanki sır vermiş de pişman olmuş gibi baktı. “He he, çok akıllısın evlat! Amma da dalga geçiyorsun! Sen al şu saati de git işine bak!”

Ben de işin peşini bırakmadım, biraz daha inat ettim: “Amca, bak ben alırsam sen karının diline mahkum kalacaksın! O yüzden almayayım bence. Kalsın bu saatler, sen de hafta sonları kaçacak bir bahaneye sahip ol!”

Amca, sinirli gibi yaparak eliyle beni uzaklaştırmaya çalıştı. “Ulan alma madem, sanki zorla satıyoruz burada! Dikildin başıma, bik bik bik! Hadi defol git, iş yapacağım burada!”

“Tamam, amca, tamam. Ama bak, karın diline yenilme, ha!” dedim gülerek.

Yürümeye devam ettim, amcanın hüzünlü komedisini içimde bir sıcaklıkla düşünerek. Saatleri almadım, çünkü eğer bir tane daha eksilseydi, amcanın hanımını gırtlaklama ihtimali artacaktı. Aile faciasına sebep olmak istemedim.