Söğütlüçeşme'nin yanı, Fenerbahçe Stadı'nın tam dibinde ama onun sırtını döndüğü bir köşe. Eski günleri hatırlatan, ama biraz yorgun bir tezgâhın başında oturuyor Yelkovan Mustafa. Tezgâhında artık saatler yok, çoraplar da yok. Bunun yerine renk renk, çeşit çeşit "iyi niyet tavşanları." Üzerlerinde yazılı niyetler, hafifçe rüzgârla sallanıyor. Herkes için ayrı bir dilek; bazısında "bol kazanç," bazısında "huzurlu yuva," ama çoğunlukla "hayırlı ömürler." Tavşanların ortasında, küçük bir kavanozda kâğıttan niyetler birikmiş.
Mustafa'nın sırtı stada dönük. Gözlerini ara sıra etraftaki insanlara, ara sıra karşısındaki simitçiye kaydırıyor. Yanında bir çay bardağı, dumanı hâlâ tüten. Ama yüzündeki çizgiler, sadece yaştan değil. Öyle yorgun ki, sanki artık her şey biraz fazla olmuş.
Tezgâhın önünde durdum. Yıllardır tanıdığım bu adamı farklı bir yerde, farklı bir ruh haliyle görmek garipti.
“Amca,” dedim gülümseyerek. “Beşiktaşlı bir adam olarak, sırtını Fenerbahçe Stadı’na dayamak nasıl bir his?”
Başını kaldırdı, yüzünde eski bir tanıdıklığın kırıntıları belirdi. “Cem! Ulan sen de nereden çıktın şimdi? Yokuşu bırakıp buraya mı geldin?” dedi, sesi eskisi kadar yüksek değil, ama hâlâ o bilindik asabiyetiyle.
“Dedim bir uğrayayım, bakayım burada da mı çorap satıyorsun. Ama bu sefer başka bir iş var galiba?” dedim, göz ucuyla tavşanları işaret ederek.
Mustafa, elindeki bir tavşanı düzeltti. “Evet, artık çorap yok. Niyet çekiyoruz. Ama herkesin niyeti aynı: para, huzur, aşk. Değişen bir şey yok. İnsanlar hep açgözlü, evlat.”
Tavşanlardan birini elime aldım, üzerindeki dileğe baktım: “Hayatta ne olursa olsun, sevdiklerini ihmal etme.” Derin bir nefes aldım. “Amca, ne oldu böyle? Karın yok mu artık sana ‘kaç tane sattın’ diye soracak?”
Mustafa’nın yüzü aniden ciddileşti. Gözleri boşluğa daldı, sesi bir nebze kırık çıktı. “Oğlum, artık o yok. Geçen sene gitti. Ama biliyor musun, hâlâ akşam eve gittiğimde ‘kaç tane sattın’ diye soruyormuş gibi geliyor. Alışkanlık işte.”
Sözler boğazımda düğümlendi. “Üzgünüm, amca,” diyebildim yalnızca. Sonra biraz daha cesaretle ekledim: “Peki, onu hiç üzdün mü?”
Başını hafifçe eğdi, gözlerini kavanozun içindeki niyetlere dikti. “Hayır, üzmedim. Ama… belki de onun farkında değildim. Her şeyin kıymeti, gidince anlaşılıyor ya, işte öyle. O da fark edilmek istedi belki. Ama ben… bilmiyorum.”
Sessizlik, Söğütlüçeşme’nin gürültüsüyle karıştı. Uzaktan trenin raylardaki sesi, yan tarafta bir simitçinin bağırışı… Ama Mustafa’nın sessizliği daha ağırdı.
Tezgâhın üzerinde, çekilmeyi bekleyen niyet kavanozuna uzandım. Rastgele bir tanesini çektim. Küçük, özenle yazılmış bir cümle: “Ne olursa olsun, karının yanında kal.”
Cümleyi yüksek sesle okudum. Mustafa önce tepki vermedi, sonra elini tavşanlardan birine uzattı, ama duraksadı. “Bunu yazarken o vardı, biliyor musun? Bir gün ‘beni bırakırsan, al işte bu yazıyı çekersin’ dedi.” Hafifçe güldü ama sesi titriyordu. “Beni tanırmış gibi yazdı. Ama şimdi ben onsuzum.”
Mustafa’ya bakarken bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. Sanki artık dünyaya yarım bakıyordu. Hani Cemal Süreya’nın Tomris Uyar’a yazdığı gibi, “bir insan bir insana her gün nasıl bu kadar güzel bakar” derler ya… Mustafa, artık öyle bakmayı unutmuş gibiydi.
“Amca,” dedim, “belki de onun istediği sadece fark edilmekti. Hani Tomris Uyar, Cemal Süreya’yı terk edince Süreya ‘her gün biraz daha eksildim’ der ya… Belki sen de eksiliyorsundur.”
Mustafa başını salladı. “Eksildim tabii. Ama onun eksikliği başka. Neyse Cem, hadi sen de bir tavşan al da, bana hayırlı bir şeyler dilesin. Huzuru bulayım.”
Tezgâhtan bir tavşan aldım, üzerinde şu yazıyordu: “Hayatta her zaman umut vardır. Ama bazen ona ulaşmak için sırtını döndüğün şeylere tekrar bakman gerekir.”
“Amca,” dedim, “belki bir gün stada da sırtını dönmezsin.”
Başını kaldırdı, bu kez yüzünde ince bir tebessüm vardı. “Beşiktaşlı olarak sırtımı dönmezsem olur mu? Ama senin için belki bir gün…”
Arkamı dönüp yürümeye başladım. Uzaktan, Mustafa’nın mırıldanması duyuluyordu: “Herkes umut peşinde, biz niyet satıyoruz. Bu da bir şey tabii…”