Not: Bölümler birbirinden bağımsız ancak hepsi aynı köyde geçen korku hikayeleridir. Tamamı kurgu. (İçeriğinde tetikleyici unsurlar bulunmaktadır.)


1.Bölüm: Üç Harfliler


Yenipazar; kendini dış dünyaya kapatmış tuhaf insanların yaşadığı, öyle kan dondurucu haberlere de konu olmadığından ülke nezdinde pek tanınmayan bir köydür. Karadeniz'in içinde ormanlık bir alanda konumlanmıştır. Ulaşımı zordur, hatta neredeyse imkânsızdır. Muhtarın eski külüstür arabasıyla kilometrelerce yol gidilerek ihtiyaçlar karşılanır, bunun için köyden birkaç kişi gönüllü olur. Onlara dışarıyla alakalı soru sormak yanlıştır. Çocuklar bile bu konuda konuşulmaması gerektiğini bilirler. Aslında Yenipazar köyünün acayiplerine acayiplik demek doğru değildir çünkü köyün kuruluşundan itibaren herkes için normalleşmiş birtakım olaylardır bunlar.

Köyde insanlar ve cinler birlikte yaşar. Ancak kimin insan, kimin cin olduğunu ayırt etmek epey zordur. Elbette bazı alametler vardır. Bunların hepsini tek seferde anlatmak mümkün değilse de muhtar dışarıdan gelenleri ilk başta dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyarır.

Ziyaretçileri kovmaz çünkü bu onların merakını daha çok cezbeder. Üstelik gelenler başkalarına da haber verebilir. Onları korkutup kaçırmak köyün sırlarını gizli tutar. Zaten kimse köyü tekrardan ziyaret edecek kadar aklını kaybetmemiştir henüz.

Yine de köyü herhangi bir şekilde bulduğunuzu farz edelim. Muhtar sizi sıcak bir şekilde karşılar, oldukça kibar ve misafirperverdir. Hafif tombul, yaşlıca bir adamdır ve yanakları elma gibi kıpkırmızıdır. Onun "sempatik" hali üstünüze yapışan gerginliği alır. Köylülerse sizi tuhaf bakışlarla süzer, aralarında konuşurlar ama sizinle asla iletişime geçmezler. Tam da bu nedenle muhtarın köydeki en güvenilir kişi olduğunu zannedersiniz. Ancak içgüdülerinizin bunun doğru olmadığını fark etmesi uzun sürmez.

Muhtar herkesle iletişime geçmemeniz konusunda sizi uyarır. Yenipazar köyünde insanlar ve cinler birlikte yaşar. Her ne kadar bu beraberlik sessiz bir anlaşmayla bugüne kadar sürse de cinlerden uzak durmak en hayırlısıdır. Aradaki düşmanlığın tabiatları gereği olduğu açıktır.

Pekâlâ, karşılaşma kısmını atlattık ve kaçıp gitmek yerine köyde kalmaya karar verdik. En son gelen ziyaretçi üzerinden durumu anlatacağım. On sekizinde bir oğlandı. Zargana denmez, iri yarı da değildi. Kalın kaşları en dikkat çeken özelliğiydi. Esmerdi, saçlarını arkadan küçük bir topuz yaparak bağlamıştı. Üstündeki kıyafetler kirliydi, sanki toprakta yuvarlanmış gibi...

İsmini hatırlamadığım için ona "kalın kaşlı çocuk" diyeceğim. Kalın kaşlı çocuk köyü tamamen tesadüf eseri buldu. Onun için talihsiz bir gündü. Arabası bozulduğu için yolda kalmış, yardım için etrafına bakınmıştı. Telefonunun şarjı yoktu ve arabasındaki su da tükenmişti. Köyü bulduğunda muhtar ona buz gibi ayran ikram etti. Daha sonra patatesli ve peynirli gözleme yedirdi. Kalın kaşlı çocuk defalarca teşekkür etti, güzel dileklerini iletti. Muhtarsa ona sakince bakarak hiçbir şey demedi.

Kalın kaşlı çocuk fazla meraklıydı. Muhtarın evinin etrafında küçük bir gezintiye çıktıkları sırada, "Üç harflileri nasıl ayırt ediyorsunuz?" diye sordu. Her şey ona normal geliyor, çevresini dikkatle gözlemleyerek köylülerin neden bu denli içe kapanık olduklarını çözmeye çalışıyordu. Korku filmlerini severdi. Zihninin derinliklerinde ona fısıldayan seslere aldırmadı. Huzursuzluğunu derinlere gömdü.

Muhtar, "Bazen pek mümkün olmuyor," dedi önüne bakarak. "Yine de bazı alametler vardır. Çok güzel olmak hoş karşılanmaz mesela. Cinlerin kendilerine özgü bir ışıltısı vardır ama bu parlaklığa kanmamak gerekir. Derler ki, derileri ateşte kavrulmaktan bu hale gelmiştir. Neredeyse pürüzsüzdür. Köylüler genelde güzellerle evlenmez, fazlası görgüsüzlük ve bir nevi "kaşınmaktır". Zamanında köşedeki evin büyük oğlu, güzel bir kıza tutuldu. Kızın beline kadar inen koyu kestane, kıvırcık saçları vardı. Onu hatırlıyorum. Kehribar gözlerine bakanın heyecandan dili tutulurdu.

Oğlanın ailesi karşı çıktı tabii, kızla tanışınca razı oldular ama içlerinde hep bir kuşku vardı. Ya insan değil de cinse? Ama ne yapsınlar, sonunda oğlanın ısrarlarına dayanamayıp kızı istediler. Kız evlendikleri sene hamile kaldı, daha sonraki senelerde de epey doğurgandı. Ama ne tuhaftır ki çocukları birkaç sene yaşayıp hayatını kaybediyordu. Kız inat etti, yine de onları uzun yaşatamadı. Mutlu evlilikleri bir süre daha devam etti. Ölen çocuklarını evin bahçesine gömdüler, topraktaki ahşap mezarlar gün geçtikçe arttı.

Nihayetinde bir gün oğlan işten eve geldiğinde dehşet verici bir manzarayla karşılaştı. İlk başta içeri yırtıcı bir hayvan girdiğini sandı. Vücut parçaları her yere dağılmıştı, ortalık kan revan içindeydi. Yatak odalarından gelen sesi takip etti ve bir de ne görsün... Karısı çocuklarını yiyordu!

Oğlan hiçbir şey diyemedi, çığlık atmak istedi ama şaşkınlıktan olduğu yerde kalakalmıştı. İnilti halinde fısıldadı, neden, neden diye... Kızsa başını kaldırıp oğlana baktı, çenesinden damlayan kanı silerek sordu. "Canım, niye erken geldin?" Bunun üzerine, evden koşar adımlarla çıktı. Meydanda sinir krizi geçirdi. Bizimkilerse onu bir türlü zapt edemediler. En sonunda oğlan göğsünü tutup yere yığıldı. Ölmek üzereyken tek bir şey mırıldandı. Ne olduğunu anlamışsındır zaten."

Muhtar bir evin önünde durdu. "Burası işte," dedi olağanca sakinliğiyle. "Dinle, duyarsın. Çiğneme sesleri oğlanın fısıltılarını bastıracak kadar vahşidir. Bahçedeki tahtalara bakılırsak kız dokuz kere doğurmuş."

Kalın kaşlı çocuk huzursuzluğunu gizlemeye çalışarak karşısındaki sarımtırak renkteki kerpiç eve baktı. Tamamen ölü gözüküyordu. Daha fazlası değil. Felaketin yaşandığına inanmak imkânsızdı. Nitekim kulağını verip dinlediğinde çok az da olsa bir şeyler duyabildi.

Suratı attı. "Siz nereden biliyorsunuz peki?" diye sordu, ürpererek. Muhtar gülümsedi.

"Ben bu köyde olan her şeyi bilirim."

"Başka alametler de var mı böyle?"

"Aynada kendini uzun uzun seyretmek," dedi muhtar, yürümeye başladığında oğlan arkasında kaldı. "Bunu tüm cinler yapar ama insanlar gibi değil. Onlar kendi ışıltılarına bakmaya doyamazlar. Hatta derler ki cinlerin önüne bir ayna koyarsan onları binlerce yıl odada tutabilirsin."

Yokuştan aşağı indiler. Sağda tahtadan yapılma köy evleri, solda ise ormanlık alan vardı. Kuşburnu fidanları yeşilliğin içinde adeta yakut gibi parlıyordu. Cennet gibi bir köydü ama oğlanın ilgisini çekmedi. Uzaktan vahşi bir hayvanın sesi geliyordu. Köpek olmasını umdu, domuzsa elden bir şey gelmezdi çünkü.

"Öyleyse tüm kadınlar cindir. Aynanın önünde saatlerini harcıyorlar."

Olayın ciddiyetini kavrayamadığı için muhtarın kaşları hafiften çatıldı. "Cinler geç yaşlanırlar," diye devam etti anlatmaya. "Ölümsüz değillerdir ama ömürleri insanlara nazaran daha uzundur. İyi mi kötü mü olduğuna sen karar ver. Yaraları hızlı iyileşir, hatta bazen hiç incinmezler. Acımasız değillerdir ama insanlara düşmanca davranırlar. Onların en lezzetli besini insan etidir."

Muhtar nihayet konuşmasını bitirdiğinde çoktan köyün girişine varmışlardı. Kalın kaşlı çocuk tabelayı görünce durumu yavaştan kavradı. Onu bir gece olsun misafir edeceklerini sanmıştı ama gel gör ki muhtarın sempatisini kazanmayı başaramamıştı. Açıkça kovulmak üzereydi. Üstelik hava çoktan kararmıştı ve bir ürperti sırtında geziniyordu. Tam itiraz edecekken muhtar lafa girdi. Karanlıkta parlayan gözlerini gören çocuk korkudan taş kesildi.

"Son olarak..." dedi muhtar ona. "İnsanlar cin demez, o her zaman üç harflidir."