Merdiven basamaklarını teker teker çıktığımda The Marmara Oteli karşımda buldum, anladım ki Taksim'deyim. Ne için geldiğimi hatırlamıyor ve sadece yürüyordum. Otobüse bindiğimi bile hatırlamıyordum. Zaten ben hiç bakmazdım arkama, kaç durak geçtik kaç durak var daha... İstiklal Caddesi sanırım ruhen hiçbir zaman hiçbir değişikliğe uğramayacak olan dünya üzerindeki sayılı yerlerden biridir. Oksijeninin bir çoğunu meczupların tükettiği bir yer. Kulaklarımdan beynime akan bir sesle, tükettim tüm caddeyi. Galatasaray Lisesi'nin yaklaşık üç yüz metre aşağısındaki, büyük bir sokakta, küçük bir evde yaşayan babaannemi ziyaret etmek istedim. Buraya zaman zaman gelir ve hiç görmediğim babamı annesinden dinlerim. Kısa bir süre evin penceresi gözlerimle sevişti. Tekrar mevdivenlerle buluştu ayaklarım. Ve meşe bir kapı yüzüme bakıp ''Nerdesin uzun zamandır?'' der gibiydi.

Tek bir kere kapıya vurduğumda, uzun süredir duymadığım iticilikte bir sesle karşılaştım.

''Firuz, sen misin?"

Cevabımı beklemeden açmıştı kapıyı babaannem. İçeriye girmem için bir teklifte bulunmadı, zaten ben de kapıyı açtıktan hemen sonra içeriye girmiştim. Stüdyo daire. Pencerelerin neden kırıldığı belli olmayan fakat muhtemelen eskidiği için kırılmış bölümlerine, rastgele burulturulmuş gazete parçaları sokulmuş... Pencereden giren güneş sabahları lambayı yakmamak için yeterli bir sebepti, fakat bu evde geceleri de lamba kullanılmadığını anlamak için kabloları dışarı sarkmış avizeyi görmem yeterli oldu. Daracık oda içerisinde bir de olmazsa olmaz koltuk vardı. Eskiliğinden süphe edilemeyecek tarzda bir koltuk. Üzerinde çiçek işlemeleri olan, oturulduğunda sizi on dakika sonra geri kaldırabilecek rahatlıkta. Sağ ayağı kırılmış olan koltuğa, bir zamanlar hiç okumadığı halde, yanında bulundurmasından dolayı edebiyat dersini rahatlıkla geçmesini sağlayan ve şu an otuz iki yaşında olan amcam Murat'ın kitapları protez bacak görevi görmesi için yerleştirilmiş. Bir sürelik suskunluktan sonra ilk sorusunu kustu babaannem.

''Neredeydin uzun zamandır Firuz?''

''Daha önce nerede olduğumun bir önemi yok, çünkü şu an buradayım.''

İkimizin de ilgisini çekecek veya üzerinde saatlerce konuşacağımız bir konu elbette yoktu. Konuşmalarımız hep beş altı dakika aralıklarla tekrarlanır ve konuşmalarımız büyük ölçüde sorulardan oluşurdu.

''Amcam geldi mi?''

Soruma sinirleneceğini tahmin etmiştim fakat hiç olmadığı kadar sessizce güldü. Amcam yaklaşık altı senedir yoktu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiş fakat hiçbir zaman mesleğini icra edememişti. Terk nedenini ise kimse tam olarak bilmiyordu. Araya giren beş altı dakika sonunda sessizliği tekrar bozdu babaannem.

''Sen üniversiteyi kazandın mı?

''Ben yirmi dört yaşındayım.''

''Ben de altmış dokuz, ne var bunda?''

Babaanemin hiçbir sorusuna mantıklı bir cevap vermedim. Bunu hiçbir zaman yapmadım. Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdüm. İki ağızdan da tekrar görüşmek için bir dilekte bulunulmadı. Üç yüz metre kadar yürükten sonra tekrar İstiklal Caddesi'ne çıkmıştım. Hava kararmış, kalabalık artmış ve her bir sokağın başına seyyar midyeciler yerleşmişti. Yürümeye devam ettim. Galata Kulesi. Önü her zamanki gibi anlam veremediğim bir şekilde kalabalıktı. Bir an için Galata Kulesi'nde yaşadığımı hayal, hemen sonrasında bunun asla mümkün olmayacağını fark ettim. Yokuşu saçma düşüncelerimle bitirdiğimde Sultanahmet'e gitmek için tramvaya bindim. Dört durak sonra indim. Kirasını dört ay geciktirdiğim için artık bir evim yoktu. Bazen sabahlara kadar semt meydanlarında dışarıda, bazen de karşılığında bünyesinde çalışarak otellerde kalıyordum. Kahvelerden çok iyi anladığım ve üzerinde ''kalp'' deseni olduğu için üç fincan Cafe Latte'yi yarım saatten az bir sürede tüketebilen memur ve turistlerle aynı atmosferde bulunduğumdan kolaylıkla iş bulabiliyordum. Ve kovulmadığım için, baristalığını yapmakta olduğum Otel 1971'in önüne gelmiştim. Odama çıkmak için otele attığım ilk adımda, on iki yılını bu otelde geçirmiş ve her gözüne kestirdiği turistten pay koparmaya çalışan resepsiyonist Cemal'i gördüm. Silik bir gülüşle akşamımı daha da bulanıklaştırmıştı. Asansöre bindiğimde, ikinci kata çıkmak için üzerinde ''2'' ibaresi olan düğmeye bastım. Odama girdim ve ışıkları açmadım. Üzerimdeki günlük kıyafetlerimi bedenimle birlikte yatağa attım. Babaannemin sorusu, çok umrumda olmadığı halde, o gece misafir olmak için beynimle anlaşıyordu:

''Sen üniversiteyi kazandın mı?''

Sorudan ''üniversiteyi'' çıkardım ve kalan kelimelerle oluşan soruyu tekrar kendime sordum:

''Sen kazandın mı?''

Sanırım hiçbir zaman buna verecek bir cevabım olmamıştı. Zaten düşünecek vaktim yok ve fazlasıyla uykum vardı.


Kazanmak için çok uzun süreli, ağrılı çabalarım olmadı. Hayatımı anlık bir gaflete armağan ettim. Birçok şey yaşadım, lakin yaşadığım hiçbir şeye anlam veremedim. Kendim gibi. Var olmamızın nedeni cinsel birliktelikle başlar, yaşama nedenimizi bulmamızla devam eder. Herkesten önce kendimizi tanımamızla devam eder hayat. Benim ise adım Firuz ve kendimle tanışmadım henüz.