Genç bir çocuk olarak doğmuş gibiyim. Ama bu doğuş, bir başlangıcın tazeliği değil; her seferinde tekrar eden bir sona doğmak gibi, bunu kabullendim. Sanki, aynı düğümü defalarca çözmeye çalışan bir elin yorulması. Yüreğimin göğsümde bir sarkaç gibi sallandığını hissediyorum; her ileri hareket bir umut, her geri dönüş bir korku. Ve o sarkaç hiçbir zaman durmuyor.
Ellerimiz, boşlukta asılı kalmış iki gezegen gibi seninle. Birbirimize yaklaşıyoruz ama hiçbir zaman gerçekten dokunmuyoruz. Çünkü dokunmak, savunmasız olmak demek. Ve savunmasızlık, gururun sonu. İnsan gururu aptalca, biliyorum, yine de karanlıktan kaçmaya çalışırken, ışığın yüzümü yakmasından korkuyorum.
Belki de bu yüzden, o yıldızları gökyüzünden çok kendi içimde arıyorum. Belki de asıl kaçışım, kendi karanlığımdan.
Dudakların benimkine değdiğinde yeni bir gezegen yaratmıştık seninle, hatırlıyor musun? Büyük ihtimalle hatırlamazsın; aklının ucundan bile geçtiğini düşünmüyorum artık. Bildiğim tek şey, o gezegenin sonsuz bir ağırlık taşıdığı. Belki de bu, varoluş dediğimiz şeyin en basit ama en derin tanımıdır: Anlam yüklemek. Geçici bir şeye, sonluluğun gerçeğine rağmen, anlam yüklemek. Ama işte burada duruyoruz. Ve yıldızlar, biz daha ellerimizi sıkıca tutmadan bir bir yok oluyor.
Sonra bir soru beliriyor zihnimde, belki bu yıldızları gerçekten biz kendi gözyaşlarımızla yaratmışızdır? İnsan, kendi trajedisini yaratmada ne kadar usta. Belki de yıldızlar hiç var olmadı. Belki de seninle o gezegeni yarattıktan sonrası, baştan sona benim kurgumdu.
Ama her kurgu, önünde sonunda gerçeğe çarpar. Çünkü gerçek, dans ettiğimiz toprağı yeniden hissetmek demek. Çimenler artık karanlık, yıldızlar sessiz. Ama ayaklarımız hâlâ yere değiyor. Ve iki çift dudağın arasından gezegen yaratabilen bir tür için bu, belki de kendimize söylediğimiz en büyük yalan: Biz bu dünyaya aitiz.
Ait miyiz gerçekten? Hiç ait olduk mu? Yoksa yaşam yalnızca “ölüme katlanmanın” bir formu mu? Dansımız yavaşladığında, ayaklarımız yere sağlam basmaya başladığında, geriye yalnızca o kaçınılmaz son mu kalacak? Peki ya o son, bir düşüş değil de bir kabullenişse? Belki de yıldızları aramak yerine, karanlığın kucaklanması gerekiyor. Hâl böyleyse şayet, biz hiçbir zaman bu dünyaya ait olmamışız.
O gün, birbirimize kenetlenmiş gibi duran ama aslında yavaşça ayrılan ellerimize bakmıştım ve içimden:
“Karanlık seni yutacak, beni de. Ama biz o karanlıkta parlayan iki küçük an olarak kalacağız. Sonsuza kadar değil, sadece bu anda.” diye geçirmiştim, seninle sonsuza değin parlayabilmeyi düşlerken bir yandan.
Fakat belki de hayatın anlamı bu:
O günkü gibi küçük anlarda var olmak.
Geri kalan her şey, yalnızca bir yıldızın payı.
Kenan Birkan
2024-11-21T21:08:51+03:00Elinize sağlık. İyi bir denemeydi.