Gökyüzü turuncu bir hüzünle batıyordu. Güne eş, yere doğru eğilirken bir daha yükselmemeye yemin etmiş gibiydi. Ufukta beliren solgun çizgiler, bir yüzün donuk ifadesini andırıyordu. Kendi yüzünü, çatlak bir aynada gördüğünü hissetti; ama burada, gökyüzünde, onu tamir edecek hiçbir şey yoktu.
Parmakları arasından sızan son ışığa baktı. Gözlerini kısmadan yapamıyordu. Güneş avuçlarının arasına dökülüyordu lâkin ne kadar sıksa da canı çıkasıya değin sıkılmıştı canı.
Kelimeler…
Konuşmayı denedi, ama hiçbir ses çıkmadı. Ağzından düşmesi gerekenler, bir boşluğa sarmalanmış gibi, kendine soluğunu bile unutturmuştu. Göğsünde taşıdığı ağırlık, gökyüzünün o batıştaki kızıllığından daha derindi. Soluk almaya çalıştı, ama her nefes onu biraz daha içine çekti.
Ellerini ileri doğru uzattı. Dokunmak istediği bir şey vardı; belki bir yüz, belki yokluğun kendisi. Ama elleri boşluğa çarptı. Çığlık atmak istedi, ama çığlıklar… Onlar çok vakittir suskun. Sanki bir zamanlar içinden kopmuş bir ses, şimdi yitik bir denizde kaybolmuştu. Ve o ses, tıpkı sırrını kendiyle gömen bir dalga gibi geri dönmüyordu.
Adımları onu bilinçsizce yürüttü. Toprak, batık bir gemi gibi ayaklarının altından kayıyordu. Ayak bileklerinde bir titreşim hissetti; belki de bu titreşim zamanın epriyişiydi. “Belli ki zaman da eriyip gidiyor…” diye düşündü, gözlerini ufuktan ayırmadan.
“…bir hiçliğin içinden kendi içine.”
Dün, bugün, yarın… Zamanın oluştuğu kıvrımlar; bir yaprak gibi bükülen anlar ve anılar, hepsi birbirine karışıyordu zihninde. Taşıdığı ağırlığın altında kaybolmuştu; elleri bomboştu, kelimeleri kadar sustu o da.
Gökyüzü ise inada bindi, söndü ağır ağır.
Yavaşça yere çöktü. Toprak ona dokunmadı. Kolları yanına düştü. Ufka bakarken, zamanın dışına taşan o göğü izlerken, varoluşunun her bir uzvu, boşluğa çarpan ellerin yankısını taşıyordu.
“Hiçlik,” diye mırıldandı sonunda.
“Hiçlik beni tutuyor.”
Ancak hiçlik dahi onunla konuşmuyordu.