Saatler durmuş, atmıyor, o eskilerden gelen zamanın çanları çalmıyor bir yerde; eksik olan ne bilinmiyor, aziz yollara düştü belki, elinde bir değnek, dağlar soğuktu ormanlar ürkütücü.

Ay ışığında yıkanmış bir bakire, zamanda eksik olan belki budur diye düşündüler. O ise yanıldı ve bir köyde kazığa geçirildi. Halk coşmuştu, sinirliydiler. Ellerinde tırpan, ağızlarında tonlarca ağırlığın da küfürler ve lanetler. Şeytan kılığındaki azizin altına odunları yığdılar. Küçük piramitlerinde parlayan alevin hülyası sarmıştı kalabalığı. Her biri eline taş aldı. Fırlattı azize. Teki suratına geldi, yanağından akan kan boğazından aşağıya yol aldı. Diğeri zaman hırsızı diye bağırdı ve oğlunun omzuna desteğini beli eden babacan bir vuruşla kafasını salladı. Oğlu fırlattı. Taş daire çizdi havada ve azizin sol gözüne isabet etti.    

Aziz acı karşısında ağlamadı. Artık ağlamak istemiyordu da. Ağzı dünyayı yemişti, kocaman bir lokma; zaman da nasibini alan uslu bir çocuktu. Suçum yok dese de artık oda yoktu işte. Her şeyi yedi. Kendisi dışında bıraktıklarıyla kazıkta ölümü bekliyordu, belki biraz yorgundu, tırnakları kanlıydı. Beklemek de kâfi değil artık, zamanda süzülen bir ok, yaydan serbest bırakılmış ve hedefi önündeyken öylece asılı kalmıştı.

Rahip kılığında bir adam bağırdı. Bizi kandırdın dedi. Tüm o güzel kıyafetin ve tebessüm eden suratında acının izlerini sildin. Hepimizin karşısında tanrısal bir güçtü sendeki. Hepimizi aşağıladın. Diğerleri bağırdı, öfkeli haykırışlar, içine sinmiş nefret ve kendinden geçmişlikler vardı. Köy halkı delirmiş gibi rahibin dedikleriyle tırpanlarını çıplak karanlık gökyüzüne kaldırdılar.

Her şeyin güzel olacağını söyleyen sen değil miydin, dedi bir kadın. Üstünde kırmızı bir elbise vardı, ayağında ise bir çizme. Kucağında bir bebe. Bebe ağlıyordu, burada olmak istemediği belliydi. Belki uykusu vardı belki fazla maruzdu gerçekliğe.

Zamanı çaldın dedi biri, arkadandı bu biri, kimse dönüp bakmadı sözlere, kimse, kim söyledi ilgilenmedi. Sadece onaylayan haykırışlar.

Aziz kazıkta bekliyordu. Beklediğine kızıyordu insanlar. Kendileri hep beklemişti, aziz demişti, bekleyin diye. Şimdi beklemekten sıkıldığını, zamanı yediğini söylememiş miydi? Kandırmamış mıydı insanları?

Aziz ağzını aralamıştı. Birisinde tütün var mıydı acaba? Elleri arkadan kazığı bağlıydı.

Bak sen şu alçağa.

Iri bir delikanlı çıktı öne. Pantolon ve yırtık ayakkabısından başka bir şeyi yoktu üstünde. Nasıl bunu demeye cesaret edersin. Adi pislik. Bir taş aldı yerden, iri olanından ve fırlattı. Aziz karnını tutmak istedi. Acı her yerdeydi.

Saatler diye düşündü. Hep bekledim. Bazen yem attım önüne, uçtu; yakalamak imkânsız, ardından ağıt yakmak aptallıktı, herkes böyle demişti. Ben ıslık çaldım ve bekledim. İçimde birçok şey kırılmıştı. Düştüm ve üstüme kezzap döküldü. Nedensizliklerin içinde aradım yolumu, fırtınalar coştu. Zorbalardan nefret ettim hep, beni yok edenler ise haksızlığa uğramış yetimler oldu. Elim uzandı, tutular ve dağın tepesine çıktıklarında Sisofos tanrılarına taş atılar. Biraz da alay eylediler. Komikti bu adam. Her gün aynı şeylerin çilesini çekip gülmeyi başarıyordu, ya da biz mi öyle sanıyorduk? Komikti bu adam, bir şeylere umut edece kadar saftı. Gerçek değil miydi umudu?

Saatler diye düşündü aziz. Onu yeme iştahını. Yarattığı kaosun içinde belki aradığı kocaman bir sessizlik. Artık diye başlayan cümlelerden sıkılmıştı. Köylülerden, onların bakışı ve beklentilerden. Ben böyle biri miydim diyecek kadar alçalmış mıydı? Kim bilir.

Dünyadaki tüm saatleri yemişti, her birini. Kimse ne zaman uyanacağını bilmiyor, tarlada eli nasır tutmuş ihtiyar eve ne zaman dönecek kestiremiyordu. Artık zamanın önemi yoktu. Parmaklarda birleştirmeye çalıştığı tüm ruhları serbest bırakmıştı aziz. Belki tutmak saçmalıktı, orada öylece benimle kalın demek. Bıraktı o da. Acı vardı, görmezlikten gelmedi, sessizlik hakimdi, konuşmadı.

Yakaladılar azizi. Değiştin dediler. Acı çekiyorsun, görüyoruz artık ve gizliliğinin bıraktığı gizemi araladık. Tüm ömürleri bu anı bekliyor gibi üşüştüler azizin üstüne. Yaka paça kazığa bağladılar. Her şeyi gören senin gözlerini oyacağız dediler. Tepeden baktığın insanlara dön ve bak. Oradalar. Senden nefret ediyorlar ve tanrılarını yakmak arzuları.

Aziz ise sadece sessizliğe bırakmış kendini. Zaman yok. Zamanın tadı ekşimiş. Bir zamanlar çocuk olduğu, acıdan uyuyamadığı günleri dalgalarla beraber başka kıyıları döver olmuş. Güneşin üstünde koştuğu coşkuları nerede, nerede sessizce yatağına kıvrılıp bir kurt gibi uluyan çocuk. Zaman ölmüştü işte. Saatler sessizdi. Çanlar sökülmüş ve yaşlılar hep yaşlı, aptallar ise hep aptaldı. Değişen tek şey gece ve gündüzdü. Ardından kocaman bir artık, ışığa ulaşmaya çalışan yaprakların üstüne pisleyen kuşlar var. Aziz bunu fark etti.

Acı çekmekten kaçmadı. O hep peşindeydi oysa. Bir avcı gibi. Belki çocukluğunda yaratığı kurttun keskin kokusuydu kendisini ele veren.

Bazen güldü, biraz mutluydu bazen, ama hep acının kucağında uyudu aziz. Kimseye çaktırmadan, birileri duymadan yaptı günahını. İşlediği cinayetlerin mezarlığına hep akşam ziyaret etti. Elinde çiçek yoktu, biraz uykuluydu. Pişmanlığını tanrı çalmış yerine kocaman bir sessizlik bırakmıştı.

En büyük acıydı ondaki. Hep veren elinde kanlar vardı. Kimse görmedi, parmaklarının ucu ağrıyordu, kollarında bir hissizlik ve biraz da kesik. O verdi diğerleri aldı, hep istediler o da verdi. Buna o kadar çok alıştı ki aziz kendi canavarını kendi yarattı. Vermeyen el durduğunda işittiği belki babası, arkada gizlenmiş annesiydi. Korkuyla verdi, zaman akarken o ise güldü. Şimdi biraz daha yaşlı. Veren eli tereddütlü, çekingen ve bencil. Bunu köylüler dedi.

Şimdi kazıkta. Saatleri yiyen canavar. Biri arkadan bir ateş taşıdı. Karanlığı yararken hep bir gölge bıraktı. Artıkları gören ise azizdi. Bekliyordu bunu, arzusuydu. Sonunda özgür olacak görkemli bir intihardı ondaki. Herkes izliyor. Sakın kambur durma, güzel kızlar var aralarında, bazıları acıyor, duruşunda bir erkeklik olduğunu düşünüyor, şişir göğsünü evlat.

Sendeki acı, şiirin güzelliğiydi.

Aziz güldü. Bir taş isabet etti çarpık dudağına. Geber dedi ardından bir gölge. Herkes biraz gölgeydi artık. Ateş yaklaştıkça ışığın gücü parladı, gölgeler büyüdü ve karanlığın kendisi oldu. Sesler kesilmişti. Zaman durmuş ve çanlar çalmıyordu.

Hava da daire çizip düşen ateş, meşale, odunları tutuşturdu. İlk önce ses vardı, ışığında parlayan, sonra koku ve duman. Her yer parlamaya ve gölgeleri yok etmeye başladı. Aziz ayağının altındaki sıcaklıktan kaçmadı. Gözünde korku yoktu. Kendine bir daha korkmayacağım diye söz verdi. Ağlamak yoktu, sümüklü bir burun, parlayan bir ruhani ilahı yoktu. Hayır, aynı şeyleri arzulamak istemiyordu.

İlk önce ayağı yandı, sonra ateş yükseldi ve tüm bedenini sardı. Kıllı vücudunda kocaman acı vardı. Kaçmayacağım diye düşündü. Kaçamazdı da. Alev her yerdeydi. Acı bedenini sarmıştı. Ağlamak istiyordu ama kendisine büyük yeminleri vardı. O da ağlamadı. Elindeki ip yanarak kül olup düştü oda diz çöktü. Kalbi alev almıştı. Annesinin karnından çıkan o bebek tekrar oraya girme umuduyla saatleri geri sarıp, zamanda süzülerek tekrar kendine sarılarak büzüldü. Anne bağı yoktu yalnız. Derisi kararmış, içindeki yağlar cayırdayarak yanmıştı. Alev o kadar çok parladı ki aziz artık sıktığı dişlerini serbest bıraktı. Acıdan kaçamayacağı bir dünyaydı bu. Kaçmak istemiyordu da. Kendisini bıraktı ve alevin kalbini sarıp küle dönüştürmesine izin verdi. Göz, kapaklarıyla beraber yok oldu.

Tekrar zaman akmaya başlamıştı. Yediği tüm saatler günün ilk ışıklarında etrafta bitmiş, bir ağaç gibi yetişip güneşe yükselmişti.

Köy halkı karanlıktan kurtulup gölge, sonra bir beden ve zamana dönüşmüşlerdi.

Derler ki Azizin külleri hala bulutları döven rüzgarla beraber yol alırmış. Ölüm bir son değil, bir başlangıçmış. Azizin öyküsünde çıkartılacak bir nasihat arayan kalpler aptalmış. Bazı şeyler ölürmüş. Fazlası gürültüymüş. Saatleri beklemek artık yersizmiş. Orada öylece tik tak yapan nesneler. Zamanın ataları mı yoksa öksüz çocukları mı kimse bilmezmiş.

Siz bilir misiniz?