Uzun yolları aştın. Yağmurda nefes aldın sen, boğazından çıkan dumanlar ormanı sardı. Kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Kılıcındaki kanı silmek, hatıralarla dolu kabuslar, hepsi ama hepsi bir başkasının anısı olsun istedin. Kaçtın. Belki kendine geldin kim bilir.

Atın yorgun. Eyerini gevşetmiş yavaşça ormanın içindeki patikadan yol alıyorsun. Zırhlarını çıkarmışsın. Soğuk hava da derini kesiyordu, ona ihtiyacın yoktu artık. Savaş, ölüm ve tüm o anlamsızlık arkanda gri bir bulut olmasına izin verdin.

Yağmur kefaretindi. Gözyaşlarını saklayan kadim dost.

Sen çocukken güneş parlaktı. Anıların böyle fısıldadı sana inandın. Oysa hava hep soğuk ve çetin geçiyordu. Babanın doymak bilmez iştahı, annenin gözyaşları akarken genelevde başka kadınların kahkahasına sığındı baban. Annen ağladı sen bir şey yapamadın. Baban içti sen dayak yedin. Kendin olduğun tek vakitler göl kenarında, soğuk havanın çetin olduğu o anlarda ufuğu izledin; bulutların ışıkla dans etmesini, mavinin griye çalıp tüm renkleri yutmasını...

Sonra kendine bil olta yaptın. İncir ağacından bir sap, yolması ve pürüzsüz olması uzun sürdü. Sen biledin. Annenin iplerinden arakladın ve iğnesini büktün. İlk balığını yakaladığında göğsüne inen heyecanın seni öldüreceğini sandın ve korkuyla mutluluğu aynı anda tattın. Tuhaftı.

Savaşa katılmak istediğini söylediğinde babanın kahkahası aklında bir sis, annen ağlamamıştı bile. O sıralar sessiz bir yaşamdı verdiği nefesler. Sende gittin.

Bir kılıç verdiler ilk kanı döktün. Etrafında nefret ve haykırışlar parladı. İsim kazanmak isteyen gençlerin mezarlığı yükseldi ve sen öldürmeye devam ettin. Aç kaldın, yaralandın, bir kadının korkulu bakışlarını gördüğünde çözmeye çalıştığın kemerin, ellerinin arasında titredi. Babasını öldürmüştün. Kadının çıplak bedeni yerde korkuyla olacakları izlerken bir hayvanın bakışlarına sahipti. Yeni olgunlaşmış memeleri ve tüysüz bacakları iştahını kabartsa da kendinden utandın. Orayı terk ettiğinde geri de askerlin kahkahası ve kadının çığlıklarını işittin.

Düşünmek aklın katiliydi, çok düşünen hiçbir şey düşünmez. Çok düşündün. Kılıcında kanlar varken, başkasının hayatları bir ip gibi elinde koparken, sen düşündün, cesetler tepe tepe yığılmış, kargaların ziyafetine dönüşmüşken sen düşündün. Hislerin bedenini terk etti. Hep üşüyordun sıcak hava da bile. Güneş düşmanın, gece kâbusun oldu.

Bir isim kazandın. Sessiz ölümdü bu isim. Konuşmayan, sadece homurtular çıkartan bir hayvandın. Sana sessiz ölüm dediler. Arkadaşın olmadı, atacağın bir kahkaha, sıcak şaraptan aldığın lezzet hep boğazı acıtan bir yudum oldu senin için. Altınlar ve şöhretler yığıldı önüne, liderlerin kafasını kestin, kuşatmalarda öne atılıp kaleye sızarak içerden işaret veren o cesur ve umutla beklenen kişi sen oldun.

Komutanların gururu, askerlerin, kendi askerlerinin korkulu canavarıydın. Yemeğini yer kamptan uzakta cimlerde uyurdun. Yağmurda ıslanmak, soğukta üşümek seni korkutmazdı. Sen çok düşünürdün.

Son savaşta, büyük devlerin birbirini yiyip ardından kaos bırakan savaşta gözün döndü. Herkesi kılıcınla biçtin. Kendi safındakiler bile senden korktu. Suratın ve ellerin kan içindeydi. Saçların siyahtan kızıla çaldı. Ve sen dişlerini, o öfkeli gözlerini göstererek herkesin canını almak için atıldın. Kılıcın dans eden bir akrobat gibi havayı kesti, umutları, belki için de biraz da olsa neşeleri. Hepsi anlamsızdı. Sen buna inandın. Saatleri beklemek, öylece oturup yıldızları izlemek ruhuna eziyetti. Senden öldürdün. Zamanı unutup anı yaşadığın tek şey, öldürmek.

Kılıcındaki kanları havaya kaldırarak savurduğunda bir gencin suratına düştü. Gözlerini devirip oğlana baktın. Yeşil zırhın içinde boynunu kestiğin yarığın senden olduğunu anlandın. Oğlan çok küçük, kılıç tutan elleri hala tombuldu. Gözlerinde anlam veremediği bir şeylerin kurbanı olan bir geyiğin bakışı vardı. Toydu, sakalları çıkmamış ve yanı başında, diğer elinde bir kâğıt tutmuştu.

Eğilip kâğıdı aldın elinden. Savaş bitmişti. Teslim olmuşlardı ve kazananlar uluyordu. Sen ise kağıttakini okudun ve gözlerinde yaşlar birikti. En son ne zaman ağlamıştın.

Zırhını çıkarıp ahıra giderek bir at istedin. Komutandan izinsiz veremem diyen seyise attığın bakışla atını aldın. Büyük kahverengi ve yaşlı olandı. Sırtına binip kimseye bir şey demeden savaş alanını terk etmek için atını sürdün. Savaşın bitiminde ocakların başına üşüşmüş askerler, ganimetten düşen payını sayan açgözlü ihtiyarlar, revirden yükselen çığlıklar... Sen giderken tüm gözler üzerindeydi. Kimse o gözleri konuşturup tek laf etmedi. Sen de umursamadın. Vedalaşacağın bir arkadaşın yoktu. Döneceğin bir evinde.

Kamp alanını terk edecekken komutanın durdurdu seni. Karşına dikildi. Yaşlı ve iyi biriydi. Herkes öyle derdi ama sen biliyordun ki burada iyiliğin başı kesilmiş.

İzin veremem dedi. Kılıcını çekip seni durdurdu. Gözlerinde bir korku yoktu ama diğer askerlerini düşündüğünü gösteren anlındaki çizgilerden anlıyordun. Başı boş ve kaçmak isteyen askerlere öncülük yapamazsın. Bakışları bunu diyordu.

Attan indin ve kılıcını çektin. Kelimelerin yoktu, sadece kılıçtan anlardın sen. Herkes etrafınıza üşüştü. Meraklı gözler ve bir nebze ölümü hissetmek için gelen kayıp ruhlar. Seni ve kılıcıyla dikilmiş komutanını izlediler. Beni geçersen gitmene izin veririm dedi. Sen kafanı salladın.

Hiçbir duraklama göstermeden atıldın. Kılıcın havayı kestiğinde bir dizin yere değiyordu. Havada, metalin ucunda kanlar vardı. Komutanın arkada boğazını tutmuş, kılıcını düşürmüştü. Tek bir hamle, öylece yaşamı çalan bir hırsızdı sendeki güç. Atına bindin. Herkes hayranlık ve nefretle karışık bakışlar attı sırtına, sen umursamadan uğultuya sırt çevirdin, gittin.

Şimdi ateşin yanında, soğuk havanın yaydığı fısıltılarla ormanda tek başınasın. Geçmişin başkalarına ait bir silüet, kanlar ve zaferlerin sarhoşluğu, günahlar, boynunda ağır bir yük, bir zincir halkası gibi sallanıp duruyor. Ondan kaçamıyorsun. Verdiğin savaş kendinle, bunu anlayacak kadar sessizliğin içinde yürüdün.

Artık pek düşünmüyorsun. Çok düşünmek boğulmaktı, geçmişi değiştirmek ise aptallık, geleceğe taşıdığın meşale söndü bile. Sadece buradasın ve kılıcın otların üzerinde istirahat da.

Geceyi azgın olmayan bir soğuklukla atlatıyorsun. Yemeğin bitmek üzere, orman kurak ve ev sahibi hayvanlar etrafta gözükmüyor. Patika takip ediyorsun.

Karşında bir köy çıkıyor. Kırlar ve çitlerle örülmüş evler.

Meydana ilk ayağını bastığında atın mızmızlanıp burnundan üflüyor. Bir ahır görüyorsun. Seyisin içmekten kızarmış suratına baktığın sırada ayaklanıyor. Efendim diyor sana. Atımla ilgilen deyip bir gümüş fırlatıyorsun ve havada kapıp eğiliyor. Sana en yakın hanı gösterip atının eyerini elinden alıyor.

Meydan tuhaf bir şekilde boş. Ruhun gibi. Kalabalık düşüncelerden arınmış, verecek bir savaşın yok. Düşmanların mezarda ya da hiç var olmadılar bile. Kılıcın bir süs belinde. Yürüyorsun. Çamurlu meydan da tek başınasın. Hanın yaklaştığında sesleri duyuyorsun. İçeri giriyorsun.

Herkesin elinde kadeh, kahkaha ağızlarındaki ve müzik derinden çalıyordu. İçeri girdiğinde kocaman bir sessizlikle geliyorsun. Herkes dönüp bakıyor sana. Üstün başın yabanıl bir gölge, belinde uzun kılıç ve sakalların uzamış, saçların omuzlarında cansız, renksiz sallanıyor.

Sen bir yabancısın müziğin içinde.

Adım atığında müzik tekrar çalıyor. Şarkı söyleyen ozanın elinde bir lavta, ağzında ise aşk şarkısı dolanıyor. Sen hiç âşık olmadın. Hiçbir kadının sıcaklığını hissetmedin, sana gülen bakışlar ve özlemle bekleyen bir ruh olmadı hayatında. Canavarın dostu kendisidir.

Bir masaya oturduğunda bakışlar hala üstündeydi, fısıltılara dönüşmüştü kahkahalar. Yanına gelen genç bir kadın ne istediği sordu, sormak istediği daha fazlası gözlerinde parladı.

Sen askersin değil mi dedi yaşlı bir adam arkadan. Kafanı kaldırıp bakmadın bile. Kafa salladın.

Şarkı susmuş herkes diyeceklerini bekler olmuştu. Dedikodular buraya kadar uçtu dedi biri, kral herkesi afetmiş, askerler evlerine dönüyormuş. Uzun kış gelmeden barış yapılmış, doğru mu bu.

Sen hiçbir şey bilmiyorsun kılıcından başka. Barış kelimesinin ne olduğunu, nasıl hissettirmesi gerektiğine dair kocaman soru işaretleri var kafanda.

Ağzın aralanıyor ve bilmiyorum diyorsun. Elin cebine gidiyor, bir kâğıt çıkarıyorsun. Üstünde kan kurumuş. Bunu getirdim diyorsun. Savaştan.

Herkes kâğıda bakıyor.

Nasıl öldürdüğümü bilmediğim bir çocuğun elinde buldum diyorsun. Sisli dağa söylenmiş bir şarkı diyorsun. Alaz köyüne diye yazıyor.

Alayaz sakinleri korkuyla bekliyor diyeceklerini. Onlardan birini öldürdün. Belki annesine belki de babasına söylediği bir şarkı.

Biranı getiren genç kadının elinden tepsi düşüyor, insanlar etrafında toplanırken kafanı kaldırıp gözyaşlarını sessizce döken genç kadına bakıyorsun. Kâğıdın sahibi.

Uzatıp narin ellerine bırakıyorsun kâğıdı. Alırken titriyor.

Açıp okurken ayağa kalkıp çıkışa doğru gidiyorsun. Dur diyor sana.

Duruyorsun.

Sen öldürdün, öyle dedin.

Evet diyorsun. Ben öldürdüm.

Herkes öfkeyle bakıyor sana, gözlerde nefret görüyorsun, ölümün kokusu çalıyor burnunda. Alışık olduğun müziğin ezgileri.

Nasıl öldüğünü söyle, şerefli bir ölüm müydü?

Buna gülmek istiyorsun.

Ölümde bir şeref olmadığını nasıl söylersin, kılıcın kana bulanmışken nefretin sadece sende olanla ilgili olduğunu, zafer ve ismin, şöhretin ve paranın arzuları tarafından tüketilmiş bir saçmalıkta ölmenin neresi şerefliydi. Kılıç yolunda batan günlerdi sendeki. Yüzlerce insanın ölümü elinden oldu. Defalarca ölümle yüz yüze geldin, ilkte titredin sonrasında sıradan bir yaprağın rüzgârda dans etmesi gibi seni sarmaladı. Ölüm şerefli bir şey miydi? Savaş, tüm o çığlıklar ve kanlar, şerefli bir şey miydi?

Evet dedin yalan atarak. Şerefli bir ölüm ve cesurca savaştı dedin ağlayan kadına. Sonra kendini dışarı attın.

İçerideki müziği ve neşeyi öldüren bir Azrail'sin sen, böyle hissettin.

Handa geceleyeceğini düşünüyordun ama şimdi orayı terk etmek istiyorsun. Seyisi atını fırçalarken buluyorsun ve bir gümüş daha atıp teşekkür ederek atını alıp köyü ardında bırakıyorsun. Tekrar ormana giden patikaya giriyorsun.

Gece olduğunda, ilk kar düştüğünde kafanı kaldırıp karanlığa bakıyorsun. Savaş başlamadan önce yanında gözlerini kapatıp sessizliği dinlemeye çalışan yaşlı adamı düşünüyorsun.

Sessizlikle gelen gürültüyle gitmez demişti sana, senin izlediği fark ettiğinde.

Karlar yavaş ve sakince toprağa inerken sende dikleşip gözlerini kapatıyorsun ormanda. Yanı başında çatırdayıp yanan odunların dansı başlamış.

Sessizliği kabul ediyorsun. Nefret ettiğin her şey, korktuğun ve canını aldığın her şeyi bastıracak bir sessizlik çöküyor üstüne. Oradasın ve kocaman bir hiçliğin içine bırakıyorsun kendini. Korkular yatışmış dalgalar gibi seni terk ettiğini hissediyorsun. Kendini bir ayna gibi görüp sarılmak istiyorsun. Sen kimseye sarılmadın oysa.

Karlar saçlarında birikince, güneş bulutların ardında belirince gözlerini açıyorsun. Nefret ve umutsuzlukla yığılan gözlerinde bir p

arlaklık var. Derin bir nefes alıyorsun.