Kışın ilk karları yağdı, güneş uzun istirahatine yelken açtı, rüzgârın şımarık sesleriyle doldu Yeşil köy.
Kar yağarken, dereye gidip su çekerken, eve yolumu hep uzatmışımdır bugününe kadar. Kendimi bildim bileli köyümüzün meydanına görünüp öyle eve yollanırım.
Herkes uyanmış, çiftliklerine ve hayvanlarını dağlarda gezdirmeye kalkmışken ben, onu görmek için zamanı tüketmiştim.
Şimdi o yok. Eli kılıç tutan asker kaçaklarının öfkesiyle tüm güzelliği ve varlığını yitirdi.
Hatırlıyorum da onu ilk fark ettiğim zaman donup kalmıştım. Babam elimden tutuyordu. Uzun bir tartışma sonrası yaşlı eşeği değerli bir işlemeli sandalye karşısında satın almıştı babam. Babam marangozdu. Elleri hep bir talaş kokardı, üstünde tozun ve beyazlığın eksik olmadığı bir yaşamdı ondaki. Saçları da beyazlamıştı, annem öldüğünden sonra öykülerden çıkan ak sakalı büyücüler gibi görünmesi hep tuhafıma gitmişti nedense.
Onu ilk meydanın ortasında diğer insanların hayranlıkla izlediği sırada fark ettim. Köyün Beyi dikmişti onu. Mermer ustasına bir emir vermiş ve savaşın bitmesi ile krala olan saygısını göstermek istemişti.
Orada öylece ilk karların altında gülümseyen, elinde zeytin dalı tutup ufka bakan bir kız çocuğu görmüştüm. O kadar gerçek ve güzeldi ki kalbimin o gün nasıl attığını hala hatırlarım. Mermerden suratı ince ve soluk gibi gelmişti bana, taştan bir gözün nasıl bu kadar güzel olabileceğini düşünmüştüm. Babam elimi çekip eve yollanırken bile aklım onda kalmıştı. Tüm gün aklımda kocaman bir yer edinmişti, onu düşünmeden aldığım tek bir nefes dahi yoktu. Her sabah su çekmeye giderken üşengeç bedenimi köyün meydanına sürüklerken, soluduğum heyecanla deli mutlu oluyordum.
Onun güzeller güzeli suratını görecektim.
Bir gün sabah erken, güneş daha doğmadan, karın cimleri gölgelediği vakit elime bir meşale alıp yola koyuldum. Babamın uykusu hep bir derin olmuştur, o uyanmadan gittim köye. Evimiz köyün meydanından uzak olmasa da yürümek pek akıl karı değildi, özellikle kışları.
Meydana vardığımda daha horozlar örtmüyordu. Hiçbir ahşap evin ışığı yanmıyor arada, birkaç haylaz köpeğin sesi duyuluyordu.
Ayaklarım, çizmelerimin içine giren karlarla acı çeksem de soğuktan titreşme de o gün heykelin yanına çıkıp ellerimle dudağına dokunmuştum. Sanki bana karşılık vermiş gibi, gözleriyle bana bakmış ve gülümsemiş gibi hissettiğimi söylemek abartı olmazdı. Kalbim ruhumdan kaçarcasına çırpınıyordu.
Âşık olmuştum mermerden bir kız çocuğuna. Elinde zeytin dalı tutan kıza.
Aşkımız sessizdi. Sabahları ilk ışıklar düştüğünde içimden kocaman özlemler bırakıp yanında uzaklaşıp eve gitmelerle, onun hayaliyle durmayan düşüncelerimde dans edip beklerken. Kocaman bir bekleyişin içerisinde onu düşlemek.
Babam az yediğimi söyledi. Gözlerimde bir dalgınlık olduğunu.
“Âşık olmuşsun,” dedi elindeki baltayı yanına koyup çayını yudumlarken. Ormandan kestiğimiz küçük ağaçları parçalamaktan yorgun düşmüştü, göğsünde iri terler gözüküyordu. Çayı soğuk olmalıydı ama yine de yavaş yavaş yudumladı. “Bu gözleri nerede görsem tanırım. Dalgın bakışlar, başkasında tamamlandığını düşünen duygular.”
Kızarmıştım. Karşı da çıkmamıştım gerçi ama söyleyecek söz yoktu. Artık o yaşam dolu sevinç, korku ve yalnızlıkla bedenimi sarmıştı. Bir mermere aşık mı olmuştum. Bu kadar zayıflığı kim gösterirdi ki. Hiçbir zaman dudaklarımdan öpmeyecekti, söylediğim en değerli kelimelere bile sağırdı, atan bir kalpten yoksunluk. Aşkım gerçeklere yenik mi düşüyordu.
“Annenle görücü usul evlendik. Babamın tohuma ihtiyacı vardı ve komşumuzun tohumu vardı. Böylelikle onun kızıyla evlendim. Aynı odada kendimiz, birbirimizi tanıyana kadar tuhaf bir yabancılık ve görevlerimiz vardı. Sonra onu tanıyınca, beraber kahkaha atıp acılarımızla ağlarken, far kettim ki yuvam burasıydı. Onun yanı. Toprağı kazıp kışa hazırlık yaparken aklımda o vardı. Sıcak yemekleri, ona götüreceğim tuhaf taşlara verecek tepkileri. Hayatımda bu kadar o olması inan korkutmuştu. Kendimi onla mı kaybediyordum? Benden geriye sadece o mu kalacaktı. Sonra fark ediyorsun ki, kışlar atlatıldığında, bahar da güller çiçek verdiğinde, kaybettiğin kendin değil bulduğun sensindir. Korkutur ama birisini sevmek evlat, utanılacak bir şey değildir. Birisini sevmek... Güzel bir şeydir evlat.”
Babamın ilk defa ağzından bu kadar kelimeler döküldüğünde nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Gözleri nemlenmiş, ufuğa, karların altında donmuş topraklardan ve uzanan ağaçlardan daha öteye baktığını fark ettim. Anıları görüyor olmalıydı, benim göremediğim acılar ve mutluluklar ufukta kendisine bakıyor olmalıydı.
“Korkuyorum,” dedim babama. “Sanki fırtınaların sancılı çığlıkları kapıda ve aşkım öylece yitip gitmesinden korkuyorum.“ Benim gördüğüm güzelliğini bir başkası görecek diye korkuyorum, onun için sadece bir anı olmaktan, belki baş ağrıtıcı bir hayalperest olmaktan...”
“Aşk acıdır evlat. Bunu herkes söyler ama yaşayana kadar kimse bilmez nasıl bir his olduğunu. Yetersiz miyim, Daha mı çok çabalamalı yoksa öylece gitmesini mi izlemeliyim. Ağır sözler söyleyerek incitmek mi, yoksa içine atıp taşların içinde boğulmak mı? Cevapları asla bilemezsin, sadece yaşarsın. En ağırından. En yücesinden”
“O zaman neden insanlar âşık olur ki.” Bana anlamsız gelmişti. Bu kadar acının içinde bulunmak, itiraf edim hoşuma gitmemişti. Sürekli aklımda onun pürüzsüz suratı ve karların eridiğinde gözyaşlarından akan damlaları düşünmekten, tepkisiz ve umursamaz bakan gözleri daha mı çok öldürmüştü aşkımızı.
“İnsanların en büyük hatası da bu yanılgıdan doğar evlat.” dedi babam. Gözleri gözlerimi deliyordu. Ceketinden bir çarşaf çıkartıp tütününü sardı, kibritini çakarak yakıp bir duman aldı, üfledi. “Acı her zaman insanın kapısında bekleyen bir uğultudur. Bunu yalnız da karşılarsın bir başkasıyla da. İçinde bir yerde düşüncelerin seni pusuya düşürüp boğazına atlar ve yapacak çok az şey vardır bu durumda. Sebepsizce infaz edilirsin evlat. Aşk uğruna çekilen acı ise senin aynandır. Diğer tek başınalıktan farklı olan şey ise kendine verdiğin değer ve yüzleşmenin sancısıdır evlat. Ondan kaçamazsın çünkü sevgin orada tutuşmuştur. Kaçış yoktu ve korkaklar bundan korkup kaçar, yalnız başına bir acısının gölgesinde öylece yuvadan uzakta üşürken amaçsızlığa, savrulur evlat.”
“Yaşamak kulağa korkunç geliyor,” dedim, öyle hissettim. İnsanların bu kadar çabalayıp ölü olma gerçeği beni hep korkutmuştu. Annemin hastalıktan kırılıp ölmesi gibi babam da bir gün ölecekti ve elbette âşık olduğum kadında yosun tutup sert bir rüzgârın esmesiyle zamanda eskiyip unutulacaktı. Yaşamak çok anlamsız ve saçma gelmişti o an gözüme. Bunu babama söyledim.
Güldü. “Haksızsın diyemeyeceğim evlat. Söylediklerinde yaşına göre doğru kelamlar var. Yaşam düşüncede bir tutam anlamsızlıktan başka bir şey değildir. Ama yaşarken aklınla görürsen körsündür evlat. Rüzgârın verdiği hissi, açlığın ve soğuk suda yüzerken attığın kahkahaları, birisinin ölümüne akıttığın gözyaşları, yapraklarını açan ağaçların güneşe uzanmasını izlersen, güzel bir kadının kahkahasından nasibini alırsan, işte hayat budur. İçinde mantığın ve aklın keskin cevabından daha fazlası. Ve yaşam aşktır evlat. İnsan kendi başına doğar ve ölür. Hep yalnızdır acı gerçek budur. Yaşamda kendince aranan her sözün ardında bir gölge bekler, o gölge ki ondan kaçamazsın, saklanamazsın çünkü o sensindir.”
“Aşk mı hayatın anlamı yani, kendinden kaça bilme ihtimali mi?”
“Hayır evlat, kendinden kaçma değil kendine bakma cesaretidir. Bir insan âşık olduğunda, hissettiği tüm o güzel şeyler ve heyecanın sönüp yerine korkunu ağır bastığı zamanda neyden korkarlar evlat.”
“Bilmem,” dedim. Bilmiyordum. İçimde sadece derin bir korkunun kokan nefesini hissediyordum.
“O güzel günlerin hatırası için korkmaz, hayır efendim, korktuğu şey kendinde önemli olan her şeyin sessizlikte yok olmasından, sıradanlığın bir parçası olup o güzel şeylerin bir sonunu gördüğünde korkar ama bilmez ki bu yeni bir başlangıç olduğunu. Eğer bu korkuyu değiştirip anlamaya çalışarak zamanını harcarsan kaybettiğin sadece aşk olmaz, kocaman bir yaşam söner içinden. Yaşamaya izin vermelisin ki içinde olgunlaşıp ışığı bulacak gücü toparlasın.”
Babamla konuştuğumuz akşamı yatağımdan tavanı izlerken korkunun gideceğini sanmıştım. Aşkın düşüncelerimde bir kabustan çok ayağı toprağa değen bir melek gibi rüyalarıma ineceğimi düşünmüştüm. Ama öyle olmadı. İçimde, yüreğimi dağlayan bir acı orada beni izliyordu. Öylece gitmeyen. Bende kendime sorun değil dedim. Acının varlığıyla gözlerimi yumdum.
Ertesi günün akşamında haydutların köyümüzü yağmalayıp iki tane gencin boğazını kesip erzaklarla kaçtıklarını işittik babamla.
Kar fırtınaya doğru evrilirken meydana ayak bastık. İnsanlar ellerinde tırpan, pala ve odundan oyulmuş mızraklarla dışarı da toplanmışlardı. Bir kalabalık ve benim gözüm görmek istediğimden uzaktım. Herkesin çember aldığı şeye doğru gittim. Hissettiklerimle attığım adımlar arasında kocaman bir boşluk vardı.
Attığım her adımla ezdiğim karın sesiyle irkiliyordum. Bir adım daha, bir tane daha.
İnsanları yarıp toplandığı ve uzunca baktıkları şeyi gördüğümde kalbimin parçalandığını hayal ettim. Orada, öylece, soğuğunun ve karın altında parçalanıp unutulmaya bırakılmış olan... İri balta izleri, aşkım, mermerden oyulmuş kız, kafası ve kolları parçalanmıştı. Gördüğüm buydu. Yere düşmüş öylece, donuk bakışlarla toprağı örten beyaz kara bakıyordu.
Öylece gitmesine, gerçek olmayan bir hayalin yıkılışıyla parçalanan umutlarımın acısıyla ayağımın titrediğini hissettim. Babamın ellerini omzumda hissettim. Ayakta durmamı sağlamıştı. Gözlerinde baktığımda ellerinin kafasındaki bereye gidip çıkarmasını izledim ve bana bakan gözlerde her şeyi biliyorum, sorun değil diyen bir anlam buldum.
Akşam yemeğimizi yerken oda da derin bir sessizlik vardı. Haydutlardan söz açılmadı, ölen gençlerden ve parçalanan heykelden, aşkımdan.
“Kendimi o haydutlar gibi hissediyorum.” Bunu dediğimde ağlamak üzereydim ama söylemem gereken bir şey, atıp kurtulmam gereken bir şey olduğunu hissediyordum. Yüreğimde kocaman bir taş vardı ve benim kusmam gerekiyordu.
“Sanki ona olan aşkımın saflığı ve gücünü kendi ellerimle kesip parçalamış gibi hissediyorum. Onu öyle gördüğümde... düşündüm ki... hissettim ki artık acı çekmem. Gitti o ve artık huzurlu olurum sandım.”
Kocaman bir sessizlik. Babam konuşmadı, duruşunu değiştirmedi, bana acıyan bakışlar atmadı. Sadece gözlerime bakıp dinlemekle yetindi.
“Oysa şimdi onun gittiğini hissediyorum. Mermer ustası ne kadar çok cabalarsa çabalasın bir zamanlar olan gelmeyecek. İçimde yas tutuğum bir acı var buna karşı ve durduramıyorum.” Ağlamaya başlamıştım. Deliler gibi, kendimi durduramıyordum. “Onun hayatımdan çıkıp gitmesini istemiştim baba, şimdi ise yok ve yüreğimi saran tek şey kocaman bir hiçlik.”
Ellerimle yüzümü gizlerken babam konuştu. “Annen öldüğünde evlat, göçüp gittiğinde, kendimi kaybetmiş gibi hissettim. Ölen o değil bir yanım gibiydi. Veremin acımasızlığı karşısında dizlerimin bağı kopmuştu. O öldü ve sen beşiğinde uyurken ben de ölmüştüm. Öyle hissediyordum. Öylece gitmesine kızgındım. Tüm bunların sonu varsa neden... neden. Sonra zaman aktıkça, mevsimler üst üste yığıldıkça acının yerini kocaman bir minnettarlık aldı. Hala her gün onu düşünüyorum, güzel anılarımızı, kırgınlıklarımızı ve şakalaştığımız zamanları. Hala bedenimin içinde bir yaşamı var onun.”
Babam ayağa kalktı. Ben hala ağlıyorken hiçbir şey demeden bana sarıldı. “Bırak, acını ve yassını tut evlat. Anılarında sakla, güzel bir şeydi, gitmesine izin ver. Böylelikle farklı şekilde sende kendisini bulsun.
Babamın omzunda ne kadar ağladığımı hatırlamıyorum. O gözleri ne kadar zamandır düşündüğümü de.
Şimdi yaşlıyım. Biraz yaşanmışlıklar birikti bende ama hala gözler hatıramdan. Acı ile değil kocaman bir sevgi ile.