Kalabalık, uğultu ve dinmek bilmeyen bir ses curcunasında yol alan bir şair, parmakları kalem tutmaktan eskimiş, kafasının içinde düşünceleri cirit ata dursun o kelimelerle yaşıyordu. Oradalar, sahte dünya gerçeğini öldürmüş, boğmuş onu. Ağzından köpük çıkarmasına kanmadan, yalvaran bakışlar ve merhamet dilenen gözlere aldırmadan... gerçeklik hiç bana yakın olmadı ki zaten. Kim demişti bunu. Kim fısıldamıştı bu sözleri, kendisi mi yoksa bir marangoz mu, belki göç eden leyleklerden biriydi.

Savaş bitmiş, krala dizeler, şarkılar yazılmış, kan toprakta donmadan dans ediliyordu. Şair böyle düşünüyordu. Savaşın ruhunda bir yeri yok. Ölenlerin ardına akıtacak, kazananların destanlarına kaldıracak bir kadehi yoktu. Hepsi anlamsız saçmalıklardan ibaretti kendisi için. Bak bir kuş uçuyor. Göç etmekte gecikmiş biri. O da bu dünyada yalnız ve dışlanmış hissediyor mudur acaba? Kanatlarına dolan rüzgârın kendisine güldüğünü işitiyor mudur?

Tezgahlarda nefis yemekler, bilenmiş kılıçlar, ucuz şaraplar, yeni yakalanmış taze balıkların efendileri sesleniyor. Gelin diyordu. İstediğiniz mutluluk ve hayat burada. Şairin karnı aç değil. Uzun süre yemekle küskün. Tat almıyor. Geceleri uyumak da bir zahmetli. Tek derdi kelimeler ve yazmak. Yazmak.

Şimdi düşünüyor da. Nereye gitmeli. Öylece başını çekip uzak topraklara atını sürerse huzurda peşinden gelir miydi? Yoksa taşıdığı mezar taşını ardında sürüklemekle mi yetinirdi. Kızıl göğün altında şarkı söyleyen gezginler, biraz bayat ekmekleri var, gülen hastalıklı çocukları, dolgun memeli anneleri ama hala gülüyorlar. Nasıl yapabilir bir insan gülmeyi, yüreğinde sahte olmayan bir şeymişçesine nasıl gülebilir ki. Aklına ermiyor şairin.

Oysa o gülerken hep bir acı var yüreğinde.

Yaratığı dünya da ağlayan, âşık olup ayrılan hikayeleri var onun. Aşk uğruna dünyayı yedi kez gezen, aradığını kendinde bulan, azgın dağlarda beliren şimşeklere kahkaha atan insanları var şairin. Tüm o duyguları anlayıp yazdığı bir görüsü, diğerlerinden, çaldığı yaşamı bir kâğıda aktaracak becerisi var şairin; o beceriyle sadece izlediği gözleri var, uzakta bir yerde, rıhtımda sırtını dayadığı bir ağacın altında izlediği insanları var. Hepsi yabancı. Gülen. Ağlayan yabancılar kendisine.

Korktuğunu söylemek saçma olurdu. Şair korkmuyordu. Tuhaf renkli kıyafetlerine alaycı bakışlardan kaçmıyordu ama belki de korkmalıydı. Belki de sıradan insanların o sıradan kaygılarıyla yoluna devam ederken sıradan bir kahkaha atıp üstüne düşünmeden evin yolunu bulup, sarhoş olarak arkadaşlarıyla birkaç kelam etmeliydi.

Gerçi arkadaşı yoktu şairin. Bir lordu vardı. Himayesine girdiği, kitaplarında teşekkür edip saygısını tarihe yazmak için sıcak bir ev ve bir tas çorbayla minnettarlığını gösterdiği lord. Geceleri şömine başında yazdığını okurken ağlattı leydiler, dalgın bakışlı iyi giyimli asilzadeler... hepsini ağlatmayı biliyordu şair. Sonra ise yemekle gelen içkinin içinde attığı kahkahaları gördüğünde nefret ediyordu onlardan. Gözyaşları bile sahte.

Belki de ben sahteyim.

Belki de bu kadar düşünmeden durgun bir su gibi akabilseydim okyanusa, uzağa, her şey daha basit olurdu.

Şair bir gül hayal ediyor. Dikenli olanlarından. Beyaz örtünün kapladığı uçsuz bucaksız bir ova hayali, karın sessizce yere düşüp intihar ettiği bir kış sabahı, çiçeklerini açmış kırmızı bir gül. Her tarafında sivri yeşil dikenleri var. Soğuğa direnmiş bir savaşçı görüyor onda, yapraklarını rüzgâra feda ederken dikenleriyle sallanıyor tek başına. Güzelliğini gören yok, kopartıp bir leydinin saçına iliştiren basit bir aşık da yok. Sessizce orada. Yalnız başına sallanıyor ovada. Birilerinin narin ellerinde bir anlam olmayı bırakalı çok olmuş, kışın dinmediği bir toprakta açmış çiçeklerini, kırmızı. Kan renginde bir kırmızı ondaki. Her şeyden uzakta dansını sonsuzluğa sunan bir gül o. yatmadan önce hayal edip içindeki karanlığa bir nebze ışık olan bir hayal bu.

Şair o çiçeğe dokunmak arzusu. Belki bir gün atına atlayıp, lordunu ve kalemlerini, kelimelerini de geride bırakarak o çiçeği aramaya koyulurdu. Ben seni biliyorum dostum der. Kopartıp cebine koyarak ona yaşamın döngüsü içinde sevgiyi tattırır. Belki o döngüde kendine de bir yer edinirdi.

Attığı adımlar kendisini limana kadar getirmişti şairi. Halk hala çoşkulu, savaşın bitimine söyledikleri şarkılar kadim şehrin her yerinden yükseliyordu.

Onlara katılmak şöyle dursun sadece baktığında bile içini kaplayan derin bir yalnızlık hissediyordu şair.

Kocaman yelkenli savaş gemileri, ticaret için kıyıya yaklaşmış gemilerin yanında gölge yapıyordu, amacından söküp atılmış sessizce durgun dalgaların kucağında bir beşik gibi sallanıyordu. Uykuya yatmışlardı. Şairini içinde uykuya yatmayan sıkıntı ise hırlıyordu. Bir amacı olmadığından mı acep, başarı dedikleri şeye ulaşamadığı için midir içindeki ses.

Şair her öğlen yaptığı gibi incir ağacının altına oturdu. Kırmızı defterini çıkarıp etrafa baktı. Denizcilerin kaba saba sözleriyle inleyen, martıların kanatlarına karışan sesleri ve başıboş köpeklerin etrafta havlamasıyla inleyen bir yaşamdı buradaki. Limanın kendi doğası var gibiydi. Dalgaların seslerine karışan insanın doğasıydı gördüğü şairin.

Dalgalar, öylece uzağa tükürdüğü yaşamlar

Bebek doğarken gözleri kapalı

Annesi bir yunus balığı, yuttuğu taş, peygamberi ölü

Şimdi bir masal anlatılmalı, kime fısıldamalı

Yelkenler şişmiş yahut bir umut batmış

Demir atamadan limana, bir aşık beklermiş elinde kırmızı bir gül ile

Sonra yaprakları denize savrulmuş

Şimdi kime anlatmalı bu masalı, dinleyen terk etmiş.

Şair kafasını kaldırıp yaşamla nefes verip alan dalgalara baktı. İçinde bir yabancı ile oturduğunda hissettiği tek şey, anısızın tutuklanıp idam edileceği idi. Bu his öyle küvetliydi ki yazamıyordu.

İçinde dolu boşluklar, sanki orada, elini uzatsan dokunup kirlenecekmişsin gibi. Oradalar, karanlık ve siyah, karanlık ve utanç, hepsi orada ve kimsenin gördüğü yok. Ne utanç.

Kayıp ruhlar, en çok onlar sessizlikte görünmek ister

Çayın soğumuş soytarı, kralına bir şaka daha

Çayın soğuk dostum yaşam ellerin de kir

Çayın soğumuş sevgilim beni görüyor musun