Gün ışığı, her gün sonsuz uykuymuş gibi yattığı o uykudan uyandırdı onu. Yatağından doğruldu. Gitmesi gereken uzaklar vardı. Valizine baktı. İki yıldır onunlaydı. Hep toplanmaya hazırdı sadece bir işaret beklerdi. Alışmıştı her yerde sırtında taşıdığı dertler yetmiyormuş gibi bir de onu sürüklemeye. 

Kolay değildi yalnız yaşamak. Bazı sabahlar bir anneye ihtiyacı olurdu. Kendinin annesi de kendisi olurdu. “Bir telefon uzağındayım’’ cümlesini kuranlara teşekkür eder ama bunun böyle olmadığını bilirdi. Kimse kimsenin bir telefon uzağında değildi. Artık herkese ulaşmak çok basitti ama çok zordu. Herkes çok meşguldü. Gitmeleri gereken okullar, hastaneler, halletmeleri gereken işler vardı.

“Kimsesin vakti yoktu durup ince şeyleri anlamaya.”

Kimse kimseye artık bakıp da “Neyin var?” diye sormuyordu. Artık kimse de kimseye “Bir derdim var” demiyordu. Çünkü kimse kimsenin derdine derman, yarasına merhem olmuyordu. 

Her şeye ulaşmanın çok kolay olduğu bir çağda yaşıyordu. Gücü de yerindeydi kafasına estiğini yapabilecek kadar da gözü karaydı. Bir o kadar da hayattan zevk alırdı kahramanımız. İçtiği kahveden, yürüdüğü yoldan, yediği yemekten…

Her şeyden ama her şeyden keyif almayı bilirdi. Ya da insanlar böyle söylerdi. Siyah saçlarını savurarak yürüdüğü yollar, kocaman gözlerini iyice açarak baktığı manzaralar ne söylerdi bilinmez. Bir eski zaman kadının zarafetini taşırdı. Yaşadığı her yere hayrandı. Belki de en çok kendine hayrandı. En çok kendini dinler en çok kendiyle tartışırdı. Onu üzen yine kendisiydi. Çünkü başka kimse onu üzemezdi. Dağ gibi durmayı başka kimse beceremezdi onun gibi. Ama şu sıra tanıyamıyordu kendini. Sanki artık hikâyenin kahramanı o değildi. Sanki artık hiçbir yere ait değildi. Geçtiği yollara da kendisine de hayran değildi. Yanlış bir yerdeydi doğrusunu da bilmiyordu. Çünkü bildiği tüm doğrular değişmişti. Çokça insan eksiltmişti. Bu kaybetmek değildi. Ama kazanan da olmuyordu. Kimsesin kazanmadığı bir savaşı ilk defa görüyordu. Bir taraf zafer çığlıkları atmalı, diğer taraf acı içinde kıvranmalıydı. Ama artık öyle olmuyordu. Kahramanımız artık zafer çığlıkları da atmıyor, acı içinde de kıvranmıyordu. Araftaki o belirsizlik, gün geçtikçe içindeki herkesi yiyip bitiriyordu. Garip bir çağ idi bu. Kimse aşkından ölmüyor, dağları delmiyor, çöller aşmıyordu. İnce hastalık da yoktu artık galiba. Kavuşamayınca kimse tutulmuyordu. 

Düşündükleri onu eksiltiyor ama kimseye de bir şey katmıyordu. Yoksa bu savaşın bir kaybedeni vardı da o bilmiyor muydu?

Valizini zorlayarak kapattı. Gözündeki yaşı parmak uçlarıyla sildi. Sessiz olmalıydı hâlâ uyuyanlar vardı. “Yollar ona memleketti.” Onun tek ezberiydi. Ve onun için hep hüzünden ibaretti. Otobüste hep aynı koltukta oturur hep aynı manzaraya bakardı. Bir önceki yolculuğuyla bugününü kıyaslar neler değişmiş bakardı. Hayatındaki en kritik olaylar hep yolculuk sonrasında olurdu. Bu yüzden artık yolculuk yapmaya korkuyordu. Kendinden bir şey daha eksiltmeye mecali yoktu. Dağlar denizler ona yine bir şeyler fısıldıyordu. Kulaklarını kapattı. Hayır bu yolculuk onu ağlatmayacaktı. Geride kalan her neyse onu düşünmeyecekti. Çünkü gözden çıkardığı hiçbir şey bu zamana kadar onu hiç pişman etmemişti. Bu defa da etmeyecekti. 

Zaman geçecekti. Pembe valiziyle yine yollara düşecekti. Yine yollar ona memleket olacaktı. Onun kaderi yollarda yazılacaktı. Çünkü bir kez çıktın mı valizinle bunun bir sonu olmazdı. Yollar bilmeceden ibaretti. Çözmek imkansızdı. Tek yapılan yolculuklar, bir hayat dersiydi. Ama sizin hep bir yoldaşınız olsun. Hayır hayır sevdikleriniz size yoldaş değil yol olsun.