Yusuf’un Züleyha’yla süslenen ve Yakub ile taçlanan hikayesini, Kur’an’ı Kerim’in ifadesiyle “hikayelerin en güzelini” daha önce hiç böyle bir dil ve üslupla okumadınız. Nazan Bekiroğlu bu güzel hikayeyi daha önce hiç dinlemediğimiz kişilerin diliyle aktarıyor bize. Hikaye kâh kurdun diliyle kâh aynanın kâh kuyunun kâh gömleğin sözleriyle ulaşıyor bize. Bazen Yusuf anlatıyor bize kendi hikayesini, bazen Yakub, bazen Züleyha, kimi zaman da Firavun.
Şimdiye kadar hep başkasının diliyle dinledik Züleyha’nın aşkını. Hep onu aşık ve mecnun bildik Yusuf’a. Peki ya Yusuf? O aşık değil miydi? Şeftali tüyü kadar yumuşak ve nazlı sesi, limon gibi rahat ve ferah kokusu, buğday başakları gibi örülmüş saçları, Mısır’ın tanrıçaları kadar kusursuz ve asil duruşu ile Nil’in nergisi Züleyha’ya?
Öyleyse gelin de birlikte dinleyelim bu aşkı. Başkasından değil, Yusuf’un ve Züleyha’nın dilinden dinleyelim. Başına bir kez olsun gerçek elmaslardan yontulmuş bir taç takmamış olan, yapay taşlarla oyalanmanın acısını nereden bilecek? Göz kapaklarının ardına bir kez olsun ışık düşmemiş olan karanlıktan nasıl şikâyet edecek? (syf. 71) Yusuf’u bir kez olsun görmemiş ve ona aşık olmamış biri Yusuf’u nasıl anlatabilecek? Öyle ya, Yusuf’u ancak Züleyha anlatacak. Yusuf’a olan aşkını anlatacak elbet ama ellerini kesen kadınları da attığı iftirayı da yırttığı gömleği de tıktığı kör ve karanlık zindanı da anlatacak...