Arkadaşın bir bahçesi varmış, Torbalı civarında. "Gidelim," dedi, gittik. "Yaşlanınca insanlar, toprağa dönmeye yakın olduklarını hissettikleri için mi bahçe işlerine bu kadar hevesleniyorlar?" diye düşündüm yolda. Belki de çok insan tanımışlardır ve hafızalarında yeni insana yer kalmamıştır, kim bilir...


Bel fıtığım var, arada bir tutar. Alkol alınca daha az hissetmem gerekiyordu galiba ama öyle olmadı; sözümü unutturacak kadar ağrıdı bazen. "Dolaşmaya" diye kalktım, bahçenin ortasındaki tahta çıkıp uzandım. Kırk metre kadar uzaktaydım arkadaşlardan; hani muhabbet seslerinin derinden derine keyif verdiği bir mesafedeydim. Uzandığım yerden gökyüzünü izlemeye başladım. 


Bir zeytin ağacının dalları yıldızlarla aramda perde olmuş, göğü daha bir güzelleştirmişti. Açık arazide ve şehirden uzak olduğumuz için yıldızlar daha bir aydınlık, gök daha bir derindi. Göğün böylesine derin ve güzel olabileceğini ilk defa Afyon'da bir köyde öğretmenlik yapan amcamın yanına gittiğimizde fark etmiştim. On yaşındaydım ve göğün güzelliği beni büyülemişti. Galiba o yıllarda kurmuştum kafamda "Bilim adamı olacağım," diye. Okulunu okuyan herkesi uzaya yolluyorlar diye düşünüyordum belki de. Sonra öğretmen oldum. Uzaya gidemedim ama göğün güzelliğine sevdam baki oldu.


Yıllar içinde çok okumuştum göğe, yıldızlara dair. Kızıl devler, beyaz cüceler, süpernovalar, nötron yıldızları, uzay ve zaman ilişkisi, kuantum vs. vs. Ama o an aklımda bunların hiçbiri yoktu. Göğün derinliğinin ve yıldızların güzelliği vardı. Gece, zeytin ağacı ve yıldızlar... Ben de onlar kadar güzel miydim acaba? Değildim herhalde ama onların güzelliklerinin farkındaydım ya hiç olmazsa. Bu bile nasıl da değerliydi.


Gündüzleri sorsaydı bir öğrencim, belki saatlerce anlatırdım yıldızları ve uzayı. Şimdi ise sadece sevmek istiyordum onları. Demek ki gündüzler bilmeye, geceler hissetmeye aitti. Ve ben, çok güzel hissediyordum.