Güneşin keskin ışıkları pencereyi dövmeye başlayınca uyandı. Çapaklanmış gözleri açılmamak için savaşıyordu. Uyuşmuş bacaklarını yatağından sarkıttı. Harcayacak bolca vakti olduğundan kahverengi parkeyi seyretti bir süre. O sırada bir acı başına saplandı. Birisi demir tavında beynini dövmeye başladı. Pencerenin gece boyunca kapalı kalmasından ötürü zehirlenmiş havadan derin bir nefes aldı. Ciğerlerine iyi gelmese de uyandığını ancak böyle hissedebildi. Parmaklarıyla alnını ovalayarak ayağa kalktı. Dışarıdan gelen korna sesleri, sirenler ve fabrika gürültüleri işkence gibi gelirdi böyle zamanlarda. Kendine gelmeye çalışırken bir yandan da ilaçlarını arıyordu. Yanı başındaki komodinin çekmecelerini telaşla karıştırdı. Güneş tüm kudretiyle odayı doldurduğundan gözlerini yormasına gerek yoktu. Arayışı hüsranla sonuçlandı. Erguvan rengi kutularda bir tane bile ilaç kalmamıştı. Baş ağrısıyla kendini hatırlatan hastalığı geçen her saniyede başka semptomlar gösteriyordu. Bir endişe köpüğü bacaklarına sarıldı. İki ay önce sırtladığı yük bu sefer belini kırabilirdi. Geçirdiği son nöbet on iki eylül gecesinde gerçekleşmişti. Birkaç saniye süren kıyametin etkisini günlerce atlatamamıştı. O zaman bir daha ilaçlarını aksatmayacağına dair kendisine söz vermişti. İçinde ilaç olup olmadığına bakmaksızın boş kutulara güvenmesi onu bir felaketin eşiğine sürüklüyordu.


Ahmet ilacını ararken dağıttığı kıyafetlerini üzerine geçirdi. Solmuş lacivert tişört, aynı renkten pantolon ve plastik bir çift ayakkabıdan ibaretti tüm kıyafetleri. Resmi vatandaş üniforması denilen bu ruhsuz deri hoşuna gitmezdi. Buna rağmen başka kıyafet satın almazdı. Zaten hiçbir bez parçası canlı bir renk barındırmazdı. Göğsünün tam ortasında ışıldayan baykuş şeklindeki imparatorluk arması nefret ve zoraki saygının kokusunu yayıyordu etrafa. Sakar adımlarla salona geçti. Sadece bir odasını kiralayabildiği evin sahibi olan aileyi selamladı: ‘Selam olsun yoldaşlar!’ Yanıtını aldıktan sonra başka bir şey diyemedi. Onlar hastalığını bilen nadir kişilerdi. Yüzünün kızarmasından nöbet başlangıcında olduğunu anladılar. Ahmet kapıdan çıkıp sokağa attı kendini. 


İşbaşı saati olduğundan sokağa adımını atar atmaz kendini bir insan güruhu içinde buldu. Cadde daha kalabalıktı. Tek renk kıyafetleri, hissiz yüzlerindeki donuk gözleri, çökük avurtlarıyla bu insanlar işçiden ziyade idama giden mahkûmlara benziyorlardı. Halleri seçilmiş değil başkaları tarafından biçilmiş bir kefendi. Buna rağmen Ahmet onlardan tiksinmeden edemiyordu. Nedenini bilmiyordu. Anlamak için çabalamıyordu. İnsan selini yararak caddedeki eczaneye ulaştı. Eczanenin kapısını nefes nefese itti. Dizleri titriyor, üşümesine rağmen sıcak terler döküyordu. Beyaz mermerle döşeli dükkanın tam ortasında duran göz tarayıcısına doğru ilerledi. Bu makineyle arasında birkaç adım olmasına rağmen ulaşmakta zorlanıyordu. Dikkat çekmemek için kendini zorladı. Çenesini yerleştirip gözlerini iyice açtı. Kornea taraması tamamlandıktan sonra ekranda fotoğrafı belirdi. Beyaz teninin üzerine rastgele bırakılmış soluk yeşil gözleri, yanıklarla bezeli sarı saçları ve yer yer yaralı yüzüyle ucubeye benzediğini düşünürdü. Bu fotoğrafın çekilmesinin üzerinden bir yıldan fazla bir zaman geçmişti. Şimdi tenindeki yaralar geçmiş, saçları uzamış, kilo almıştı.


Koca dükkanda yalnız başına çalışan eczacı bilgisayara bakarak gereken ilacı öğrendi. İki tane kutuyu raftan çıkardı. Poşete koyup Ahmet'e uzattı. Paranın hammaddeleri öncelik olan kağıt ve barut sanayisi için kullanıldığından dijital para geçerliydi. Yaşadığı belde kağıt üretimi için kurulduğundan bu konuda oldukça bilgiliydi. Bilmek zorundaydı. Cebinden hem kimlik hem de banka hesabı olarak kullanılan kartı çıkarıp POS cihazından geçirdi. Her şeyi kitabına uygun yaptığından emin olduktan sonra dükkandan adeta koşarak çıktı. Semptomlar kendini bir bir gösterdiğinden fazla zamanının kalmadığını anlayabiliyordu. Caddede hızlı adımlarla ilerlerken yanmaya başlayan gözleriyle müsait bir yer arıyordu. Gözüne kestirdiği bir ara sokağa girdi. Büyük bir çöp konteynerinin yanına çöktü. İlaç şişesinin kapağını kaşık gibi kullanarak renksiz sıvıyı içti.


Zihni yavaş yavaş düzeliyordu. Başının zonklaması geçmişti. Nefesi de zihninin normale dönmesiyle beraber düzelmişti. Krizin kapısından yara almadan dönüyordu. Son nöbette sesler o kadar kuvvetliydi ki neredeyse kafasının patlayacağını düşünmüştü. Anlamsız kelimeler, birbiriyle bağlantısız cümleler, çığlıklar, fısıltılar, kahkahalar, patlama sesleri ve ağlamalar onun yerinde kim olsa çıldırtırdı. En kötüsü bu sesleri duymaması, beyninin içinde hissetmesiydi. O günden sonra bir daha ilaçlarını aksatmamaya çalıştı. Ailesinin zorla içirdiği bu ilacı şimdi su, ekmek, hava yerine koyuyor, günü gününe kullanıyordu.


Vücudu soğuk duştan çıkmış gibi kaskatı kesilmişti. Bedeninin işlevsizliğine rağmen duyuları gözü pek bir avcı gibi yanındaki çöplerin kokusunu yakaladı. İğrenerek yüzünü buruşturdu. Aklı kokudan başka düşünecek bir şey arıyor olmalıydı ki dikkati karşısında duran manifesto posterine takıldı. Ellerinde yardım kutusu olan iki sarışın kız çocuğu büyük posterin merkezini işgal ediyordu. Posterin üstünde dev puntolarla şu kelimeler yazıyordu: ‘Çalışın, paylaşın, yaşayın! Herkes için adil ve eşit yaşam.’ Sömürücü yaptırımlara kılıf olması için güzel bir slogandı. "Çalışacak gücüm yok paylaşacak bir şeyimin olmaması gibi. Ama yaşayacağım. Buna eminim." dedi kendi kendine. Bacaklarını ovuşturup ayağa kalktı. İlacı cebine koyup etrafı kolaçan etti. Kimse yoktu. Herkes çoktan fabrikaya varmış olmalıydı. Hakkında uğursuz dedikoduların yayılmasını istemiyordu. Birkaç dakikadır zihninde yaşadıkları onu gerçeklikten alıkoymuştu. Çalışma saatlerinde bu işçi kasabasının ıssız olması şansınaydı. 


Evinin kapısına geldiğinde birkaç saniye düşündü. Oda, banyo ve yemek için yüz güneş parası ödüyordu. Kendisine sunulan ikramın hak ettiğinden fazla olduğunu düşündü. Bu aileyle çok tanışıklığı yoktu. Birkaç kısa sohbet haricinde neredeyse hiç konuşmamışlardı. Küçük bir hediye, dostluğun ilk adımı olabilirdi ona göre. Aklına kahvaltı için ekmek almanın iyi bir fikir olacağı geldi. "Ahım şahım bir şey değil. Ancak elden bir şey gelmez. Param suyunu çekmek üzere." diye geçirdi içinden.


Evi, 71. Seri Üretim Beldesi’nin meydana yakın sokaklarından birindeydi. Verimsiz topraklar üstünde, güneşi nadiren gösteren -o gün olduğu gibi- bir gökyüzünün altında yaşıyorlardı. Sevilecek yanı yoktu. İmparatorluğun kâğıt ihtiyacını karşılamak için kurulmuştu. Yerleşmenin iki yüz metre ilerisindeki üç büyük fabrika, fabrikaların göğe tırmanan mızrak gibi bacaları, o bacalardan yükselip gökyüzüne uzanan duman şehrin tüm fonksiyonunu gösteriyordu. "İstediklerini verdiğimiz müddetçe yaşayacağız. Damızlık hayvanlardan bir farkımız yok." diye düşünürdü Ahmet. Vatandaşların temel ihtiyacını karşılamaya yönelik yatırımlardan başka hiçbir şeyin yapılmaması bu düşüncesini destekler nitelikteydi. Duyduğu kadarıyla imparatorluğun doğusundaki onlarca seri üretim beldesinde durum farklı değildi. Neden burada yaşıyordu? Çünkü gidebileceği hiçbir yer daha iyi bir hayat sunmuyordu. 


Eczanenin kırk beş adım kadar ötesindeki fırına gitti. Duvarları, her yere hakim olan gri renkteydi. İçi ise isten simsiyah olmuş bu fırın herkesin ekmek ihtiyacını karşılıyordu. Camekânın arkasında duran esmer ekmekler iştah açıcıydı. Çalışanlar odun ateşinde geçirdikleri günlerin getirdiği usançla işlerini yürütüyordu. İçeri girip selam verdi. Selamının karşılığı soğuk oldu. Yadırgamadı. Her gün onlarca kez aynı şeyi duyup söylemekten bıkmış olmalıydılar. Tezgâhta duran adama beş ekmek istediğini söyledi. Tezgahtar ekmekleri kâğıtla sararken guruldayan karnını ovdu. Ahmet kararmış ellerin kendisine uzattığı ekmeği alırken adamın yüzüne bakma şansı buldu. İsten simsiyah olmuş kıyafetler içinde aykırı duran mavi gözleri tuhaf bir ifadeye gömülmüştü. Ahmet ekmeği alıp parayı ödeyene kadar gözlerini ayırmadı. O an üzerine yapışan bakışlardan rahatsız olmuştu. Buraya taşındığından beri fırına iki üç kere gitmişti. Ama ilk defa böyle garip karşılanmıştı. ‘Refah Düşmanı’ olarak ihbar edilmekten korktu. Bu tedirginlikle adımlarını hızlandırıp evine vardı.


İhbar olaylarının yaşadığı yerde daha önce olup olmadığını bilmiyordu. Ama komşu kasabalarda yaşanan tutuklanmaların ve idamların haberleri kulağına sık sık çalınırdı. "O şerefsizin öyle bir niyeti varsa artık ölüyüm demektir. Kanıta gerek duymadan, ufacık bir şüpheyle dahi adam öldürdüklerini duydum. Potansiyel hainleri ortadan kaldırmak için gözleri dönmüş gibi saldırırlar." diye fısıldadı dişlerinin arasından. Kapının anahtarını çevirince içeriden gelen ağlama seslerini duydu. Kısa süreliğine durup dinledi. Titrek dudakların arasında güç bela kurulan cümleler anlaşılmıyordu. Ayrıca zihni tam olarak düzelmemişti. Kulaklarına çarpan sesler yok olup gidiyordu. Konuşma hızla azalıp bitince içeri girdi. Ev halkının böyle belirgin bir duygu belirttiğine ilk kez şahit oluyordu. Geçim sıkıntısı hiç kimsede olmazdı. Hastalığı tanrıdan gelen bir hediye gibi karşılıyorlardı. Daima imparatorluk için iyi dileklerde bulunurken görürdü onları. Gerçekte mutlu değillerdi, üzgün de. Kibarlık olsun diye gülümserlerdi. Sadece onurlu görünmek için çatarlardı kaşlarını. Tam olarak neyin döndüğünü anlamıyordu Ahmet. Kapıyı açınca ev sahibi Mualla Hanım gözyaşlarını sildi. Onun eşi Cengiz Bey, oğulları Yiğit ve Orhan başlarını eğmiş, bir şeyden utanıyor gibi kızarmışlardı. İçeri girince ne diyeceğini bilemedi. Bir tragedyanın içine itilmiş komedyen gibiydi. Varlığını bu ortamda fazlalık kabul etti. Salonun kenarındaki masanın üstüne ekmekleri bıraktı. Ses etmeden odasına geçti. "Bu ruhsuz aileyi ancak bir felaket üzebilir. Ne olduğunu öğrenmem gerekiyor." diye düşündü.



*Fotoğraf Utku Koçlar'a aittir.