Birkaç adımdan ibaret olan kalesine dönünce hafızasını derin bir sorguya çekti. Elinden gelse omuzlarından tutup hırpalardı kendini. Durgun ve sessiz geçen birkaç gün onu temkinli olmaktan alıkoymuştu. Hatanın bir göz kırpış kadar yakınında olan hayatında ipleri gevşetmenin yeri olmamalıydı. Kilitledikten sonra sırtını yasladığı kapıdan birkaç adım uzaklaştı. Gri boyayla örtünmüş odadan sinsi bir farkla ayrılan bu beyaz ahşap kapının bir şeyleri hatırlamakta yardımı dokunacakmış gibi gözlerini dikti. Geride bıraktığı birkaç günü irdelemeye başladı. Dikkatleri üzerine çekecek ne yapmıştı? Düşündü. Düşündü ve çaresizlikle yumruğunu sıktı. Kalın perdeler ardında da olsa kusurlu tek bir hareket gelmiyordu aklına. Yanlış attığı adımların izi yoksa yolun neresinde geri döneceğini bilemezdi. Düşüncelerini derleyip toparlamak için derin bir nefes aldı. Gözünü korkutan iki olayı gözden geçirmeye başladı.


Evinde yaşadığı aileyle kırk günü deviren tanışıklığı sırasında gördüğü tertemiz bir sayfadan ibaretti. Üzerinde düşünecek tek harf bile yoktu. Salondayken denk geldiği sohbetler tatsız ve kısa sürerdi. Sivri dille tartışmanın söz konusu olmadığı gibi seslerini bir kez olsun yükseltmemişlerdi. Bir patron-işçi ilişkisini andıran aile bağları oldukça resmiydi. “Yanlarına hırlı mı hırsız mı olduğu belirsiz birini aldıkları için böyle davranıyor olabilirler. Ama ben onların çizdiği sınırı hiç aşmadım. Belki de yanlış olan budur. İpleri gevşetmem gerekiyor belki de.” diye geçirdi içinden. Ahmet bu ölü doğmuş kasabaya geldiği günü düşündü. Soğuk havada başını sokabileceği bir yer, karnını doyuracak bir tas çorba ararken bileklerine takılan kelepçeler beklemediği bir merhaba olmuştu. Perişan hali, kimliksiz olmasını affettirmişti. Karakolun çıkışında bekleyen Cengiz Bey’in sıcacık bir gülümsemeyle onu evine davet etmesi hala hatırındaydı.


Ahmet bu düşüncelerde gezinirken seyrettiği kapı yavaş bir ritimle üç kez çalındı. Kahvaltının hazır olduğunu bildirme şekliydi bu. Salona geçtiğinde herkesin yemek masanın etrafında kendisini beklediğini gördü. Çocukların derslerine de ev sahipliği yapan bu masanın başköşesinde Cengiz Bey otururdu. Bundan başka Mualla Hanım’ın keyfine göre sürekli yer değiştiren iki koltuk ve bir de televizyon vardı. Ahmet kendisine ayrılan sandalyeye oturdu. Geleneklerine son derece bağlı bu ailede kahvaltı her sabah olduğu gibi Cengiz Bey’in ilk lokmasıyla başladı. Ancak istisnasız her yemekte okunan dua bu sefer es geçildi. Hava tene yapışacak kadar gergin ve ağırdı. Ahmet en doğru hamlenin başını kaldırmadan, sessizce yemeğini yiyip odasına çekilmek olduğunu düşündü. Ancak bir an gözlerine değen Mualla Hanım’ın kireç gibi solmuş yüzü onu şaşırttı. Gözleri sanki masanın spiral desenlerine çivilenmiş gibi sabitti. Lokması ağzında dönüp duruyor, bitmek bilmiyordu. Bir şeyin yolunda gitmediğini anlasa da ses etmedi Ahmet. Odasına dönmekte gecikmedi.


Ahmet’in korku ve endişenin iyice yer edindiği ruhuna, evin içinde bir kimyasal silah gibi gezinmekte olan duygu değişimleri ağır gelmişti. Gözleri düşünmeye değer bir ipucu için çabalasa da sonuç alamıyordu. Kendisinden saklanmak istenen bir sırrın olmadığı bilincindeydi. Çekinilen olmamanın verdiği his meseleyi kördüğüme çeviriyordu. Ahmet biliyordu ki Düzenin Koruyucuları ondan ve kuruntularından daha tehlikeliydi. Refah Bakanlığı’nın doğuda düzeni sağlaması için kurduğu bu birlik bir nevi cadı avcısıydı. Polis, zabıta, dedektif veya güvenlik görevlisi sıfatları kendisini bile kandıramıyordu. Bugüne kadar iki tane görmüştü. Çamur rengi paltoları, fötr şapkalarının kan kırmızısı rengi ve sinsi bakışlarıyla mide bulandırıyorlardı. Gizlenmek gibi bir huyları yoktu. Çünkü suçsuzların dahi kaçındığı güçtü onlar. İnce duvarlardan taşan her fısıltı onların ağına takılabilirdi.


Ahmet yatağının üstüne oturup etrafını şöyle bir süzdü. Pencerenin kenarına iliştirilmiş yatak ve bir köşede yalnız başına duran üç çekmeceli komodinden başka eşyası yoktu. Kıyafetleri ve ilaçları komodinde, kimlik kartı ve anahtarı ise pantolonunun cebinde olurdu. İmparatorluk kasasından tahsis edilen iki yüz güneş parası pek bir şey satın almasına izin vermiyordu. Daha iyi bir hayat yaşamak istiyorsa bir işe girmesi gerekiyordu. Ayrıca ev ahalisinin menziline giren bir tehlikenin potansiyel hedefi olması canını sıkmıştı. Bir an önce para kazanıp ayrı bir eve çıkmak istedi.

 

İmparatorlukta kolay olan bir şey varsa o hiç şüphesiz iş bulmaktı. Nasıl olmasın ki? Fabrikalar doymak bilmeden insan yutan birer canavardı. On beş yaşına gelip de eğitim hayatında başarı gösteremeyen her genci büyük bir iştahla dişlerinin arasına alırdı. Yaşamın tazeliğini kurbanının her bir zerresinden söküp alana kadar çiğner, ruhunu bir ilik gibi sıyırırdı. Yuttuktan sonra ter ve duman kokan ağır günlerin ardından zayıflatır, belini bükerdi. Kırk yıl sonra bu insanları sineklerin, kurtçukların içini boşalttığı bir meyve gibi kusardı. Ahmet başına gelecekleri bilmeden bu canavara teslim etmişti kendini. İlk iş gününde ısınmaya başlayan hastalığı ilerleyen zamanda kaynayıp köpürmüştü. Pres, matkap ve torna makinelerinin çıkardığı yavan gürültü beynini ufalamıştı adeta. Onlarca kez kendini fabrikanın kuytu köşelerine atmıştı. Gözlerinden taşan yaşları silmek, derin nefeslerle kendine gelmek adına defalarca mola vermişti. Dikiş tutturamayacağını anlaması pek uzun sürmemişti. Hemen ardından fabrikadan ayrılmıştı. Geriye kalan tek para kaynağı devletin tüm işsiz vatandaşlara sağladığı minimal yaşam parasıydı.


Ahmet’in elindeki kozu sadece yüksek sesler değil hayal kurmaya meylettiren şeyler de azaltıyordu. Kitap okuyamıyor, televizyon izleyemiyor, müzik dinleyemiyordu. Ahmet bu zevkleri komaya girmeden önce tattığını anımsıyordu. Ancak üzerinden buldozer gibi geçen on beş sene dudağına çalınan tadı puslu bir geçmişin ardında saklamıştı. Gerçekliği yorumlamak, yaşananlar arasında bağ kurmak, mantık yürütmek zor değildi onun için. Hatta evhamlı bir anne gibi olan zihninin oynamasına izin verdiği park bundan ibaret olduğundan oldukça başarılı sayılırdı. Ama var olmayanı düşlemek, zihninde ütopyalar yaratmak zulüm gibiydi. Ne zaman zaafını unutup hayal kurmaya kalksa her şey birbirine giriyor, pamuk ipliğine bağlı algısı tepetaklak oluyordu. Kendi yarattığı dünyaya hapsoluyor, dar bir mahzende bir oraya bir buraya savruluyordu. Dişleri kilitleniyor, gözleri yaşarıyor, terliyordu.


Yatağından kalkıp kulağını kapıya dayadı. Televizyon açık olmadığı gibi müzik sesi de duyulmuyordu. İçerisi onun için müsait duruyordu. İçeri girdiğinde Mualla Hanım’ın pencerenin altındaki koltuğa oturup örgü ördüğünü gördü. Yiğit annesinin yanına oturmuş, başını onun omzuna dayamış vaziyette elindeki kâğıdı okuyordu. Orhan yemek masasında hararetle bir şeyler yazıyordu. Cengiz Bey eşinin karşısındaki koltuğa oturmuştu. Başını ellerinin arasına almış bir şeyler düşünüyor gibiydi. Anlaşılan özenle korudukları maskeyi yine takmışlardı. “Keskin bir değişim bu. Acı bir felaketin kalıntısı olsaydı böyle kolay atlatamazlardı.” diye düşündü Ahmet. Cengiz Bey’in oturduğu üçlü koltuğa davetine icabet etti. Bu ellisine merdiven dayamış adamın kahverengi gözlerinin etrafı kızarmıştı. İnce yüzünün beyaz teni, bir ergeninkine benzeyen bıyığıyla hırpalanmış bir çocuğu andırıyordu. Ahmet’in gözlerine bakıp gülümsedi.


‘Merhaba Ahmet. Nasılsın?’ dedi. Sesi ince bir titreme ile örülüydü.


‘İyi olmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Sen nasılsın?’ Ahmet’in sorusu havada kaldı. Cengiz Bey düşündüğü her neyse dumanı dinmeden geri dönmüştü. “Seninle konuşmak için can atmıyorum. Dökül bakalım içindekileri. Ben de mesele neymiş öğreneyim.” diye geçirdi içinden. Yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirdi. Ahmet sessizliği kırmak adına konuşmaya devam etti. ‘İşe gitmemişsin. Çocuklar da evde kalmış. Bir sorun yoktur umarım.’ Bu hamlenin silkinip kendine gelmesinde yardımı oldu. Belki de kiracısıyla doğru düzgün konuşmadan düşündüğü mesele her neyse ona yoğunlaşamayacağını anlamıştı.


‘Bizi şehre götüren servis gelmiyor iki gündür. Nedenini bilmiyorum. Şehirdeki kışlanın önünde çatışma olduğu söylentisi var.’ Orhan bu sözün ardından belli belirsiz bir bakış fırlattı babasına. Onu fark eden sadece Ahmet oldu.


‘İsyancılar nasıl oluyor da şehrin hemen yanında var olabiliyor?’ diye sordu. İsyan diye neye denir tam olarak bilmese de bu isimle nitelendirilen birtakım hareketlerin cereyan ettiğini duymuştu. Bunlar içinde yaşadığı doğu eyaletlerinde yaygındı. Gerçi batıda neler döndüğünü kimse bilmezdi. Başkentin varlığı onlar için şaşaalı bir efsaneydi. İmparatorluk hakkında yaşadığından başka bilgi kaynağı olmayan Ahmet, isyan hareketleri halka ne kadar yakınsa o kadar iyi diye düşünüyordu.


‘Aldığından fazlasını isteyen Düzenin Koruyucuları açgözlülüklerinden güvenliği gevşek tutuyor. İsyankârlar istedikleri gibi silah ve mühimmat sokabiliyor şehre. Duyduğum kadarıyla küçük çaplı iki miting yapmışlar.’ dedi. Yüz hatları belirgin bir öfke ile kıpırdadı. Ve bu öfkenin beraberinde getirdiği sert sözler sahibinin içine bir pişmanlık salmıştı. Ahmet’in keskin gözleri bunu kaçırmadı.


‘Sonuç ne olmuş?’ diye sordu. Bir yandan da hamle sırası ona geçtiğinde yapacağı hamleyi düşünüyordu. Açıktan yapılan bir miting duymamıştı daha önce. Bu devrimsel bir adımdı.


‘Neredeyse hepsi öldürülmüş. Birkaç deyyus kaçabilmiş. Herkes değişim istiyor bu ülkede. Ama kimse elini taşın altına sokmuyor. Ben de daha iyi yaşamak isterim ama devletin sunabileceği en iyi imkanlar bu.’ dedi. Dertlenmiş gibiydi. Beyaz yüzü yer yer kırmızıya çalıyordu. Ara sıra elini kaşıyor, canı yanana kadar durmuyordu. Vatanseverliği partizanlıktan ayıran sınırı çoktan geçmişti.


‘İş bulabildin mi? Buralarda iş bulmak kolaydır. Ama bakıyorum da sen yan gelip yatmayı seçmişsin.’ dedi. Ahmet hastalığını bilen birinin dudaklarından çıkan bu sözlerin şaka maksadıyla söylendiğini anlamıştı. Yine de durumunu tekrar izah etmek ihtiyacını duydu.


‘Fabrikada geçirdiğim birkaç günün ardından dükkânlara uğrayıp iş istediğimi söyledim. Henüz yabancı sayıldığımdan bana yamyammışım gibi davrandılar.’ Bu sözleri ona komik gelmiş olmalıydı ki yorgun bir edayla güldü.


‘Bu belde güvenliğini hep tetikte olmasına borçludur. Keşke sana önceden söyleseydim. Yabancı bir sima oldukça şüphe uyandırıcıdır. Bu küçük kasabada yıllardır hiçbir değişiklik olmadı. O yüzden yabancı bir adamın bir anda ortaya çıkıp iş aramasına temkinli yaklaşmışlardır. Bir dahaki sefere işin daha kolay olur.’


‘Durumu şimdi daha iyi anladım.’ diye yarım ağızla cevapladı Ahmet. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi keyfi kaçmıştı.


‘Peki sen ne düşünüyorsun bu konuda?’ dedi. Ahmet hangi konuda fikrinin sorulduğunu anlamamıştı. Oyuncağını iade eden o cümle hemen ardından geldi: ‘İsyan konusunda.’


Ahmet bu sorunun küçük bir sadakat kontrolü olabileceğinin farkındaydı. Sohbet sırasında savrulan basit ve fısıltılı sözcükler insanın başına bela açabilirdi. Yine de işine yarayacak herhangi bir bilgi için elindeki kartları korkusuzca göstermeye hazırdı. Düşüncelerini toplayıp konuşmaya başladı. ‘Terazinin iki kefesi de bana göre bilinmezlerle dolu. Hem imparatorluk hem de isyan hakkında bilgim yok denecek kadar az. Benim için önemli olan şeyler karnımı doyurmak ve başımı sokacak bir yer bulmaktan ibaret. İmparatorluk bunları karşılayabildiği sürece onlara duacıyım. Bundan ötede pek bir fikrim yok.’


Cengiz Bey derin bir nefes aldı. Ahmet’in cevabını umursadığı pek söylenemezdi. Çekeceği nutuk için hazırlanıyordu kendi içinde. ‘Benim düşüncelerime ne kadar önem veriyorsun bilmiyorum. Bana göre sisteme karşı ayaklanan herkes hem kendine hem çevresine zararlıdır. Şöyle ki ortada kaynayan bir kazanımız var ve bazıları elindeki kaşığı beğenmeyip kepçe istiyor. Bazıları baharatını beğenmiyor. Bazılarıysa yemeği başkalarıyla paylaşmak istemiyor. Peki kimin başı ağrıyor bundan sonra? Tabii ki de bizim gibi edebiyle karnını doyurmak isteyenlerin. Benim aşıma su katanların yaşamayı hak etmediğini gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. İsyan için sundukları sebep ne biliyor musun? Düşüncelerini özgürce ifade edememekmiş. Düşünce özgürlüğü kimin umurunda ki? Düşünmek karın doyurmuyor. O yüzden illa bir şey söylemek istiyorlarsa ya doğru konuşsunlar ya da sussunlar.’ İçindeki kini kusmuştu. Ahmet “Bu sığ bakış açısının menziline girmediğim sürece istediğim yere çekebilirim onu.” diye düşündü. Ferahlamıştı.


Cengiz Bey onlar, yani aşına su katanlar hakkında belki sayfalar dolusu şey söyleyebilirdi. Ama konuşmasının geri kalanını daha sakin bir notada sürdürdü. ‘İmparatorluk hakkında bilgim az demiştin. Bilmenin hayati önem taşıdığı ilk bilgi dörtlü sistemdir. İmparatorluğu bir ev gibi düşün. Eğitim birinci kolondur. Çocuklarımızın zihnini sadece gereken bilgilerle donatır, kalplerini imparatorluk aşkıyla yakar. Ekonomi ikinci kolondur. Hiç kimsenin aç kalmamasını sağlarlar. Eğitim, ekonominin altındadır çünkü aç kalanın kafası çalışmaz. Kimse mide gurultuları arasında ders dinleyemez. Askeriye ve idarenin birleşmesine denilen siyaset, ekonominin üstündedir. Her vatandaşın ihtiyaç duyduğu ve değer verdiği düzeni sağlar. Din ise hepsinden de önemlidir. Tanrı imparatorumuz olan oğluna emirlerini bildirir. İmparator kutsal sözleri rahiplerine aktarır. Son olarak dinin erdemli ruhları olan rahipler bu emirleri biz değersiz kum tanelerine ulaştırır. Bizi gütmekle görevli çobanların bu devletin çatısı altında yaşayan herkese emir verme yetkisi vardır. Dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Zamanla daha fazla şey öğreneceksin elbet.’


Ahmet bu özet mahiyetindeki bilgilerden yola çıkarak dörtlü sistemin gayet makul olduğunu düşündü. Devletin üç dört cümlelik kurallardan fazlasına ihtiyaç duyacağını tahmin ediyordu. Cengiz Bey’in üstünkörü anlatısını yadırgamadı. Sonuçta ne bir hatip ne de sanatçıydı. Ahmet başını belaya sokmamak için daha fazlasını öğrenmesi gerektiğini biliyordu.


*Fotoğraf Kayra Neşad'a aittir.