Günler, haftalar, aylar, hatta yıllar geçiyor. Ama ben hâlâ o kaldırımda, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerimle. Sızım sızım sızlayan kaburgalarımla. Taşıyamadığı yükler yüzünden iki büklüm olmuş bedenimle.


Akrep yelkovanı kovalıyor. Ama ben hâlâ o karanlık sokakta, kanayan avuç içlerimle. Yağmurdan ıslanmış saçlarımla. Tir tir titreyen vücudumla. Solgun yüzümü kaplayan yaralarla. Belimde oluşan kamburla.


Gün geceye karışıyor. Ama ben hâlâ o mezarın başında, keşkelerimle. Kırk kırık yanımla. Yel esmeyen yüzümün ardında kopan fırtınalarımla. Feryat etmek için çırpınan kelimelerim ve de boğazımda oluşan düğümlerle.


Anılardan kaçılmazmış.Ve unutmak diye bir şey de yokmuş zaten. Ben bunu sırtımı o soğuk duvara yasladıktan hemen sonra kimsesiz kaldığımda öğrendim.


Etrafımdaki uğultular çoğalırken bileklerimde dünyanın izini taşıyan çiziklere bakınca anladım, bir şeylerin asla eskiye dönmeyeceğini. Ve eskilerle beraber eksileceğimi.


Başımı kaldırıp göğe bakınca anladım, bir daha yeryüzüne inmeyeceğini. Ve bu hasretin beni asırlarca yakacağını.


Çocuklara bile gülümseyemediğim anlarda farkettim, dünyanın artık yaşanılır bir yer olmadığını. Ve güzelliklerin tükendiğini.


İçimdeki küçük çocuğun çığlık çığlığa bir köşeye sindiği an anladım, seslerden kaçacağımı. Ve bir ömür boyu susacağımı.


Ruhumun bedenimi terk edişini izlerken kabullendim gerçeği. Ve aldığım her nefesin soluksuz bırakacağını.


Ben, o gece oluk oluk kanayan yaralarıma rağmen öğrendim, güçlü olmayı. Ve can kırıklarımla koşabilmeyi.


Bunca curcunaya rağmen hareket etmeye mecalim olmadığı zamanlarda anladım, trenin raydan çıktığını. Ve bir daha suların durulmayacağını.