Son şiirimi de yazdığıma göre artık, her şeyin altına imzamı atabilirdim. Buralardan benim de geçtiğime dair en büyük iz buydu. Bakın ben de yaşadım, ben de acı çektim, ben de tattım hepsini demek için yazmaz mıydık? Acıyla hayat arasındaki sökülemez perçinin en somut örneğini, kim kenarda süs olsun diye yazardı? Evet, bakın ben de yaşadım. Anlayın beni. Acıdan uyuşan yüzünüzün yansımasını görün kelimelerimde. Öyle kelimeler ki dilimden dökülürken ahlar, sayfalara yapıştı kaldı. Bakamadım hiç geriye. Hiç geri. Ne zormuş telaffuzu bir bitişin. Telaffuz edemediklerimi yazıyorum.

Defterin başından kalktım, aşağı indim.

Mutfağa parmak uçlarımda sızıp elime gelen ilk kavanozu aldım. Kavanoz aldım çünkü bir bardak sudan daha fazlasına ihtiyacım olacaktı. Zaman kaybetmeden, görünmeden; tıpkı bir sızıntı gibi, hatta sığıntı gibi, merdivenleri de yavaşça çıkmam gerekiyordu, öyle yaptım. Parmak uçlarımdan saç tellerime uzanan serin bir acı hissettim. Ferahladım. Emindim ki böylesi daha iyiydi. Hemen şu işi halledip gözlerimi nerede açacağımı ya da açamayacağımı bilmediğim, bu bilgisizliğin verdiği müthiş hazla, uykuya dalmalıydım. Banyo, odamın hemen yanındaydı; halihazırdaki jiletlerime işim düştüğü zamanlarda hızlıca geçiş yapabiliyordum aradaki duvardan. Banyoya girdim. Elimdeki kavanoza çeşmeden akan beyaz sudan doldurdum. Sıcak ve ilaçlı. Hoşuma gitti. Başlıyordum.


Birkaç günlük arayışın sonunda kenara istiflediğim haplar sarı, beyaz, soluk mavi; küçük, büyük hepsinden en az yedişer taneydi. Evde devamlı ilaç kullanması gereken bir hastalığı olan kimsenin olmayışı en büyük talihsizliğim, diye düşündüm ama şansımı deneyecektim. Ne de olsa günlerdir odama giren kimse de olmamıştı. Gözleri öfkeden ve namustan kan çanağı olmuş bir adamdan öte. Ve siyah ellerine, beni uykumdan uyandıramayacak kadar hakim olamamış.

Hepsinin tek seferde kursağımdan geçemeyeceğini düşünüp ikişer üçer yutmaya başladım. Yuttukça ferahladım, yuttukça iştahım arttı. Bu benim için öncesinde pek çok kez antrenmanını yaptığım bir oyundu sanki. Heyecanlıydım. Nefes hızlandıran bir heyecan değil, aksine öylesine sakin, öylesine huzurluydum ki… Ölümün eşiğindeki hemen herkes gibi, hayatım akmaya başladı gözlerimin önünde. Belki de bilinenin aksine, güzel bir gösteri için burada değildik ve ben her ihtimalde görevimi layığıyla tamamlamıştım.


Şimdi, damarlarımda gezdiriyordum hayatı. Hiçbir şey turkuaz olmaktan çıkıyordu damarlarımdan. Bu yaprakları ellerim arasında ezip sesini duymaya cesaretim yoktu. Bazı şiirleri tekrar okumaya. Bazı şarkıları tekrar dinlemeye. Kan görmeye ve içmeye. Tanrım. Ne cömertsin!

Yirmimdeydim daha. Kapıdan gelecek olanı kollayan bir yirmindelik. Delikler ve delilikler içinde koca bir yirmi. Öylesine yirmimdeydim ki yirmi keresinde de ölmemiştim. Siz karıştırıyorsunuz. Ben kendimi öldürmeden önce çocuklarıma süt ve kurabiye götüremezdim. Ben yaralarıma bakılmasına izin verirdim gerçekten yirmimdeyken. Ben yaralarımı dönüştürürdüm her seferinde bir Hint kumaşına. İpek böceğine.

Tüm geçmişimi toplaya toplaya arkamdan yetişmeye çalışan bu pislik çemberinin yavaş yavaş beni de içine aldığını hissettiğim an, son hamlem olan ses bombasının düğmesine bastım ve tavandaki garip delikler gittikçe büyüyüp hakimim oluncaya dek o şarkıyı dinlemeye devam ettim. Bir savaş olmuştu. Çokça kayıp verilmişti. Her iki tarafın da canı yanmıştı. Devletler değil, insanlardı yara alan. Her yer sessizdi her savaş sonrası gibi. Ölülerin olduğu yerde gürültü olmazdı. Askerler öyle alışmıştı ki düşmanın yüzüne, düşmanın üniformasına, düşmanın postalına, düşmanın paltosuna, düşmanın tüfeğine… Askerler düşmanlarını özlemişti. Elleri ayaklarına karışmış, savaşmadan nasıl yaşanır diye düşünür olmuşlardı. Düşmansız nasıl yaşanır telaşına kapılmışlardı. Oysa düşmanı karşı siperde arıyorlardı. Öyle bir şarkıydı: Adoucit la Melodie.


İstanbul’a ve ahbaba kırgındım. Huşuyla gözlerimi kapattım.




Uyandığımda kaç gün ya da kaç saat geçtiğini bilmiyordum. Pencereden dışarı baktığımda normal birine göre alabildiğince yeşilliğin hakim olduğu bir yaz günü, bana göreyse cehennemin tam ortasında, kusursuz bir bahçe vardı. Başımı bahçenin sağ tarafına yönelttiğimde Kabasakal’ın Mercedes’iyle göz göze geldim. Kuyruğumu sallamam için elindeki her fırsatı değerlendirmiş Kabasakal’ın neden burada olduğunu biliyordum. Ya uyanacağıma ihtimal vermediğim bir kabusun içindeydim ya da ölmemiştim. İkinci ihtimal, beni eşi benzeri görülmez bir bulantının kucağına bıraktı ve gitti. Ayağa kalkmaya yeltendiğimde başımı bedenimden ayrılmış, bir mancınıkla çoktan fırlatılmış olduğunu fark ettim. Başımın olmayışı inanılmaz hafif hissettiriyordu. Ölmediğime göre, bu cehennemdeki tek kuş ben olmalıydım.

Bazen an gelir, belirli bir zaman aralığında neler olacağını bilirsiniz, tıpkı tanrılar gibi. Aşağıda, belki de saatlerdir namusum konuşuluyordu. Namusum, koca bir sohbette meze olmuş, iki adam, ikide bir kaşıklayıp duruyordu. Sohbet ilerledikçe namusum azalıyor, yerine yeni bir namus koyamayacak olmanın öfkesini taşıyan siyah eller, hareketsiz kalıyordu. Görüyordum. Geçmişi de şimdiyi de geleceği de görüyor olmanın beni böylesine sakin kılacağını hayal etmemiştim. Sakin, ama çok sakin, sadece izliyor ve cinlerimin getireceği haberlerin üçüncü sayfalarda çıkmamasını diliyordum. Birkaç dakika ses gelmese, korkuyor, başı kopmuş bir bedenle tüneyecek yer arıyordum. Sonunda uyku, bana fikrimi sormadan geldi ve beni yakaladı. Uyursam güvende olmayacaktım, odamın anahtarını almışlardı, dirensem de güvende olmayacaktım, biliyordum. Ve uykuya karşı ellerimi başımın üstüne kaldırıp kimsenin anlayamayacağı bir şeyler mırıldandım:


“Ben masumum.”


(Devamı gelecek.)