Bağrı hazan sarısıdır şiirin. Dokunsan, her an yanmaya hazır olmanın da, susuzluktan hâl bulmuş kuruluğun da ne olduğunu tâ en iç odandan duyar, anlarsın. Ve bazen tutarsın da kendini, zor da olsa ağlamazsın ki, gözyaşın düşmesin üzerine ol yaprağın. Düşmesin ki; hüsnünün ve hüznünün rengi, ahengi bozulmasın...
Alın çizgileri gökkuşağıdır şairin. Altından geçme ihtimalinin olmadığını bilir de yine koşar, karşı tepede kendisine kanat açmış sevgilisine koşuyormuş gibi. Şairin işi içindeki büyüğü dinlemektir. Rûmî misali, düğün bildiği vaktin arifesinde bile iç dünyasından yaşadığı dünyaya, derûnundan alnına mütemadiyen selam götürüp getirmektir...
Meczuptur, hastadır şair... Gülmesini istersin; bir eliyle göğsünün karabulutunu bastırırken, bir eliyle de işaret eder göğünden hiç ayrılmayanları “Gitti Gül, Gitti Bülbül...” dercesine. Yakup’tur velâkin yastadır şair... Yağan yağmur, yokluğundandır sevgilisinin. Ağlıyordur o gitti diye. Ve suyu vakitsiz kesilen çeşme dahi ol mâşuka rakiptir... Yahu bir de bir Gül vardır ki; yıllar geçmiştir de boyun bükmemiştir hiçbir yaprağı. Tâcı ilk günkü gibidir. O halde, yani herhaldedir ki; o damla gözlü, o ipek tüylü ak güvercin, herhalde bir gün, yani şu güneş batıdan doğmazdan evvel bir gün dönecektir...
Sen, yolcu! Olur da bir gün cümlelerin bizim illerden bir şairin şiirine düşerse, bineğinden in ve asla dik yürüme! Çünkü o da dik yürümedi mısralarında ve gündelik cümlelerinde. Mahir bir hattatın kaleminden çıkmış bir Vav niyetince eğildi, kıvrıldı ama Elif nedir, hiç bilmedi. Belki vuslat gününün de sahibi olan, onun şu üç günlük dünyada av olmamasını diledi; bilinmez... O çeşmenin suyu neden vakitsiz kesildi, o karabulutlar neden hep tepesindeydi mâşukun, o Gül’ün yaprakları neden bir hazan olsun boyun bükmedi; bilinmez... Hayat ki; bizzat kendisi şiirdi ve hep anlaşılması zaten istenilmemişti...