Ona hep bilmediği şeyleri söylüyordum, bir gece önceden ezberleyip. Gözlerini açarak dinliyor, bilmediği belli olmasın diye sakince kafa sallıyor, yeniden sessizliğe bürünüyordu. Coşkun bir sevinçle ellerimi tutup teşekkür etmesini bekliyordum. Etmiyordu, teşekkür etmeyi 3 yaşında öğretmemişlerdi. Sonra da zaten geç kalmış, geç kalınmış her şey gibi es geçmişlerdi. Es geçilen tüm öğretilerin eksikliği üzerimize çökmüştü. Kara bulutlardan kimsenin haberi yoktu. En çok benim üzerime yağıyordu yağmur. O sessizce uyurken üzerini örtüyor, yağmurlar altında sarsıla sarsıla uyuyordum. Gözyaşlarım mıydı yastığa süzülen bulutların nemi mi bilemiyordum. Bilemediğim onca şey varken o her şeyi biliyor, bilmediklerini söylediğimde de biliyormuşçasına davranıyordu.
Çok kızdığım bir sabah bana anlamsızca bakıp “beni o kadar çok rahatsız ediyorsun ki elimde olsa yüzünü bir saniye görmem.” demişti. Ben sabah kızmıştım, o bunları akşam mı söylemişti. Kederle yoğrulan zihnim bazen havanın kararmasını anlayamıyordu. Aydınlık zaten yoktu, olmayan bir şey nasıl kararabilirdi. Ondan hep olmayanı almaya çalıştım. Sevgi ilk başta. Beni çılgınca sevmesini arzuladım, sevmedi. Sevemezdi, sevme yetisini kaybetmişti ya da kendini o kadar fazla seviyordu ki başka hiçbir şeye kalmıyordu. Haklıydı, ben anlamsızdım. Ben aptaldım gözünde. Küçücük bir şeydim. O dağ gibiydi. Karlı yamaçları vardı. Eğlenceliydi. Dağın tepesine çıkar dört koldan sarılırdım. Kollarımdan sıkılır gevşetmemi beklerdi. Düşse ve rahatlasam diye tedirgince beklerdi. Bense düşmekten ziyade çakılırdım. Beynimde bir uğultu. İnsan önce beyniyle üzülüyor. Beyni toparlanıyor kalbinde bir süzülme. O sızlama hissi. Ondandır kalp sızlarken beynin kendini toparlayıp sinirlenmesi. Yamaçlarına iniyorum, karlı, soğuk. Ayazda kalıyorum. Bu böyle bir süre devam ediyor. Yürüyorum kendi başıma kimsesiz, beni kaybettiğini anlıyor. Yarı yoldan çeviriyor. Kolları güvenli çok huzurlu diye ikna ediyorum kendimi. Halbuki az evvel üşüyordum, beni donmaya bırakmıştı. Onsuz üşüdüğümü düşünüp onunla ısındığıma karar veriyorum, aniden.
Her şey aniden oluyor. Tüm o zirveler, çakılmalar, donmalar, tekrar buzdan arınıp tatlı bir uykuya dalmalar. Nenem, koşullanmadan bahsederdi ben daha küçükken. O zamanlar bilmezdi Pavlov’u. Alaylıydı. Bebeğin ağzına önce emzik verirler, sussun diye, sonra bebek müptela olur bu sefer de emzikten kurtarmaya çalışırlar. İyi bir şey yaptıklarını düşünürler. Bebek her daim ağlar. Bebeği ağlatırlar. Bana da mı bu yapılıyor. Beni donmaya bırakıp kurtarıyor. Beni öldüren de o kurtaran da.
Zamanla aklımı yitirdim. Bunu ona söyledim. Ben sağlıklı ve hayat dolu biriyken olmadığım biri gibi oldum dedim suçlamadan. Sordum yalnızca, bu nasıl oldu, sen psikolojiden ve felsefeden anlarsın. Spinoza’dan örnekle anlat bana. Tanıdığım en zeki adamsın dedim. Sevecendim sorarken. Ama o sinirlendi, tekrar bağırdı, çılgınca. “Sen histerik bir delisin ve ben zaten seni hiçbir an sevmedim, sesine bile tahammülüm yok.” dedi. Sesim de yüzüm de idare ederdi aslında, niye defalarca bana bunları söyledi diye aynaya bakardım arada bir. İnşallah yaşlanmam o zaman hiç sevmez beni diye ağlardım. Geçmişe güne geleceğe ağladım defalarca. O sakince uyudu. Sakince uyumasına da ağladım.
Bir gün susarım, hiç ağlamam, soru sormam, bilmediği şeyleri araştırıp ona anlatmam, giderim diyordum, giderdim aslında, gidemedim. O beni sevmeyince ben de kendimi sevmedim ve gün geçtikçe çok yoruldum. Gitmeye mecalim kalmadı. Yol var giderdim, o var severdim, çay var içerdi ve ufacık bir yaşamı huzurla sürdürürdük ama mümkün olmadı. Bize hiçbir şey mümkün olmadı, biz ikimiz de yaşadıklarımızın acısıyla yaşayamadıklarımızın hasretini çektik.