"Gözlerinizi göklere çevirin. Kalbinizi açın tanrıların babasına, Yondaru'ya! Bugün vazgeçtiğimiz bedenler kurtuluşu getirecek bize. Tarlalarımız bereketlenecek, kuyularımız dolup taşacak, gökyüzü yeniden maviliğe bulanacak! Ellerinizi kaldırıp dua edin. Dua edin!"


"Keşke bir el beni çekip alsa buradan. Horoz şekerimi bitirirdim. Son kez en sevdiğim yemeği yerdim. Belki de onları çok sevdiğimi söylerdim arkadaşlarıma. Hayır. Hayır! Beni bu deliliğin ortasına çeken eli kıracağım. Zihinleri bulandıran alçak fikirlerin kökünü kurutacağım! Yondaru eğer canımı bağışlarsan adını lekeleyen dilleri koparacağım!"


Soğuk esintiler tenlerini okşarken kulaklarında bin bir çeşit kuş sesi geziniyordu. Ormanı ikiye bölen cılız nehir güzel ezgiler sunuyordu onlara. Ağaç kabukları baharat kokusu gibi tırmalıyordu içlerini. Tavşanlar, sincaplar, geyikler ormanın kutsallığını hissediyor gibi huşu ile atıyordu adımlarını. Üç siyah atın çiğnediği yolda temiz bir sessizlik hakimdi. Bir yaprak dalından vazgeçse bile sesi duyulurdu. Sato kafasını kurcalayan bir soruyu sorarak bu sessizliği dağıttı.


"Binbaşı Utarit, sizin burada olmanız komutanın kulağına giderse sorun olmaz mı?"


"Perjev'deki yirminci yılımı doldurmak üzereyim. Onlarca gizli kapaklı işe tanıklık ettim. Perjev ailesinin utanılası yüzünü sadece ben biliyorum. Nice kan döktüm de kimse kokusunu bile almadı. Bir ay önce atanmış, liyakatsiz bir çocuktan emir alacak değilim."


"Anlıyorum. Sandığımdan daha çok ortak yönümüz varmış. Dün gece için kusura bakma." dedi gülümseyerek Sato.


"Reksa'yı elimizden aldıktan sonra size husumet beslememiz gayet normal. Ancak buna sebep olan kurumun bir parçası olman seninle işbirliği yapmamı engellemez. Keşişlerle aramızdaki tüm sorunun Kangiri'den kaynaklanması beni üzüyor. Umarım bir savaşta karşılaşmayız Sato Rüzgarkıran."


"Eylemleri, rütbesi ya da karakteri ne kadar yüce olursa olsun Kangiri'yi tanrı addetmeniz hoş değil. Ölümlü bir beden ancak tanrının elçisi olabilir. Dediğin gibi seninle bir savaşta karşılaşmak istemiyorum. Yol ne kadar kısa olursa olsun beraber yürüdüğüm biriyle savaşmak istemem."


"Asurah'ı öldürmüş birini sıradan bir et parçası olarak gördüğünü söyleme bana."


"Ruh taşıyan hiçbir canlı sıradan bir et parçası değildir. Yanılır, anlar, öğrenir, üzülürüz. Bunlar bizi acınası ama değerli kılar. Asurah yozlaşmış bir yarı tanrıdan ötesi değil benim için. Yarattığı topraklarda, yarattığı bir kul tarafından katledilmesi bunu açıkça gösteriyor. Nihai bir kurtuluşa inanıyorsak tüm tanrıların babası Yondaru'dan başka sığınacak bir yuvamız yok."


O sırada Hikan derin bir sessizliğe gömülmüştü. Aklı gemici düğümüne bağlanmıştı adeta. Hafızasını yokladıkça daha çok yoruyordu kendisini. Tek başına kazdığı gariban bir mezar, bir gece boyunca kürek sallamaktan yarılmış elleri, kana bulanmış gencecik bir beden... Hepsi, o gecenin tüm ayrıntıları hala dipdiriydi. Hepermiyon'un arka sokaklarında çarpıştıkları o gece kuvvetli bir yanılsamadan mı ibaretti? Zil zurna sarhoş olsa da enfiye çekmekten ciğerleri parçalansa da öyle bir kabusa hapsolmak mümkün değildi. Sato'nun dediği gibi sıradan bir isim benzerliği olabilir miydi? Elizen ismi sık kullanılmamakla birlikte Zefir soyundan gelen pek kimse yoktu. "Alçak biri kılıf olarak bu ismi kullanıyor olabilir. Kim olursa olsun bir mevtaya böyle saygısızlık yapılmamalı." dedi sessizce. Utarit'in işaretiyle kendine geldi. Çiftçinin bahsettiği mağaranın ağzındaydılar.


"İçeriden yoğun bir his gelmiyor. Terk edilmiş olabilir. Biz yine de dikkati elden bırakmayalım." dedi Sato.


Mağaranın girişine doğru ilerledikçe kargacık burgacık sesler duymaya başladılar. Surkamca'nın eksik bilinmesi ve hatalı telaffuz edilmesinden ibaret olan şarkılar sadece Sato için anlam ifade ediyordu. Mağaranın girişini kapatan tahta kapıyı Utarit teberi ile ortadan ikiye bölünce sesler bıçak gibi kesildi. Siyah elbiselere bürünmüş, yüzlerine beyaz mermerden kurbağa maskesi takmış birkaç kişi ortaya çıktı. Göğsüne altın bir broş iliştirilmiş liderleri öne atıldı. "Kim oluyorsunuz da ayinimizi bozmaya cüret edebiliyorsunuz!" diye bağırdı. "Perjev'in şövalyesi size teslim olmanızı emrediyor!" diye gürledi Utarit. Sesi otoritenin kuvvetiyle yankılandı mağara duvarlarında. Sato kısık sesle "Kutsal Ağaç Manastırı da emrediyor." dedi. Bu emirler havada kaldı. Kılıçlarını çekmeleri bunu açıkça gösteriyordu.


Sato bir adım atıp kollarını iki yana açtı. "Size Surkamca'yı kim öğretti bilmiyorum ama dua diliyle şarkı söyletiyorsa basbayağı aptal olmalı. Şimdi size bu dilin nelere kadir olduğunu göstereceğim. Allerim natema va dekal terrasu so kala. Vattarim bisara va namag so rala. Aren lem! (Yalnız kurtlar ve temiz orman bizimdir. Kirli kargalar ve bataklık sizin. İtaat edin!)" dedi. Önce gözbebekleri ve akları baharın renginde kayboldu. Ardından ince, yeşil bir buhar sızdı teninden. Her adımında yerdeki tozlar, kağıtlar, yapraklar uçuşuyordu.


Üzerine gelen ilk zavallı kılıcını indiremeden göğsüne yediği yumrukla devrildi yere. Göz kırpmakla yarışan Sato'nun yumruğu Utarit'i bile şaşkınlığa sürüklemişti. Üzerine çullanmak için hamle eden iki adamı demirden tekmesiyle mağaranın köşesine yolladı. Utarit ise değdiği eti tereyağı gibi kesen, kemikleri kıran teberi ile kabus yaşatıyordu. Şövalyeler halk arasında merhamet, saygı, iyilik gibi sözcüklerle özdeşleşse de itikatlarının aleyhindeki bir külte karşı ölüm meleğine dönüşüyorlardı. Bu tek taraflı dövüş, bir diğer ifadeyle kıyım sürerken bir an Sato ile Utarit sırt sırta geldiler. Onları ayakta kalan son dört kişi çevrelemişti. Geçen her saniyede kılıçlar daha çok yaklaşıyordu. Sato kafasının içinde onlarca saldırı planı hazırlıyordu. Karar vermek üzereyken sırtına yediği dirsekle yere yığıldı. Adamlarla baş başa kalan Utarit teberini sanki bir tüymüş gibi sallamaya başladı. Havada çizdiği sarmallar kol, bacak, kelle götürdü beraberinde. Kana bulanmış teber sakinliğe kavuşunca Sato'nun sızlanmaları duyulur oldu. Utarit onu elinden tutup ayağa kaldırırken "Sana eğilmen gerektiğini söylediğimde duymalıydın." dedi.


Tüm bu kavga gürültü yaşanırken Hikan sessiz adımlarla mağaranın içini arşınlıyordu. Cılız bedeni bu hengamede görünmemesine yardımcı oluyordu. Elizen'i anımsatan en ufak bir ipucu bile yoktu ortalıkta. Duvarlara tebeşirle yazılmış sözler herkesin ağzında gezinen türkülerden ibaretti. Tam umudunu kaybettiği anda önüne tuhaf bir şey çıktı. Etrafında mumların olduğu cam fanusun içinde yılan derisi duruyordu. Bu deri sanki kutsal emanetmiş gibi bordo renkte kumaşlara yatırılmıştı. "Çiftçinin dediği 'var olmaması gereken şeyler' bundan ibaret olmamalı. Muhtemelen başka bir yere götürülmüştür." diye düşündü. Elde ettiği tek ganimeti Sato'nun eline tutuşturdu.


Sato bir süre bu cam fanusa bakıp durdu. Sonra keşif yapmış gibi gözleri parladı. "Demek seni takip etmemizi istiyorsun sahte tanrı, yavru kurtçuk, bağırsak solucanı. Kendini yılan, ağına düşürdüklerini kurbağa olarak görüyorsun." dedi kendi kendine. Sonra diğerlerine dönüp "Bu akılsızlara kutsal eşya diye verdiği şeye bakın. Bu deri kızıl çamur yılanlarına özgüdür. Bu yılan tek bir yerde yaşayabilir. Sonraki durağımız olan Erravan'da!" dedi.