Gözünü açtığında her sabah olduğu gibi sıvası dökülmüş tavan ile karşılaştı. Ağzındaki kekremsi tat ve boğuk havanın işkence ettiği başı yüzünden keyifsizdi. Karnına art arda yumruk indiren aç midesi varlığını hatırlatmakta geç kalmamıştı. Sonra uyandığı günün ne anlama geldiğini hatırladı. Hatırladıkça yüzüne tatlı bir gülümseme yayılıyor, çölü andıran kurak yanaklarında kardelenler açıyordu. Oysaki dün gece yalnız kaldığından korkmuş, gözkapakları ağır gelene kadar ağlamıştı. Çapak tutmuş gözlerini elinin tersiyle sildi. Su, yüz yıkamak için fazla değerliydi. Bu sebeple kenarda duran nemli bezi yüzüne sürdü. Pijamalarını çıkarıp gömleğini ve pantolonunu giydi. Keçe çarıklarını ayağına geçirince dışarı çıkmak için hazırdı. Yanındaki döşekte uyuyan kız kardeşinin alnına öpücük kondurduktan sonra sessiz adımlarla dışarı çıktı. Kahvaltı yapmayı düşünmüyordu. Öğle yemeğine kadar dişini sıkabilir, iki öğünü birleştirebilirdi. Böylelikle kendisinden bir yaş küçük kız kardeşine daha fazla yiyecek kalabilirdi.


Evinden çıktığı anda yüzünü keskin bir rüzgar yaladı. Ensesinden başlayan bir ürperti ayaklarına kadar ilerledi. Köyü soğuk muydu? Buna kimse kesin bir cevap veremezdi. Zifte batırılmış pamuğu andıran, yapış yapış bir hava vardı. Hissiz toprak ölgün çimlere yuva olmuştu. Ayyaşların kırdığı şişelerin kalıntıları iyice incelmiş çarığını yaralıyordu. O yine de ceylan gibi seke seke yürüdü. Akşamı düşünüyor ve heyecanlanıyordu. Sonra balon gibi söndü sevinci. Sokağa adımını attığı an üzerine çevrilen gözler onu korkutmuştu. Derisi kemiklerine yapışmış köylülerin gözleri seğiriyordu. Çürük dişlerini yalayıp ona yiyecek gibi bakıyorlardı. Onu asıl korkutan şey bunu yapabilecek olmalarıydı. Yiyecek ve su sıkıntısının gulyabani gibi kol gezdiği köyde insan eti yendiğine dair dedikodular dolanıyordu. Yokluktan usanıp da köyden habersiz ayrılanlar çok olduğundan böyle söylentilerin ortaya çıkması normaldi. Küçük kalbine binen korku içini titretti. Adımlarını hızlandırdı.


Köyün dışına çıkması çok sürmedi. Köydeki evler küçücük ve bakımsızdı. Kapılar dar, pencereler kirliydi. Kerpiç duvarlar yıkılmaya yüz tutmuştu. Pençelere yem olmuş gibi duran her evde matem çiçekleri yükseliyordu adeta. Tımarhaneyi andıran bu köyün ruhu iyileştirmek yerine deliliğe sürüklemek gibi bir görevi vardı sanki. Gözlerinin ışığını kaybetmemiş tek bir kişi bulamazdınız burada. Kendi kendine konuşan, adı duyulmamış tanrılara yalvaran, tırnaklarını yiyip parmaklarını dişleyenler ve açlığın tokadı ile kendinden geçenler vardı her yerde. Gözlerini yere indirmeden rahatça yürümek imkansızdı.


Üç karış bereketsiz toprağın üzerinde yükselen bağlar üzümden yoksundu. Kurumuş birkaç taneden başka bir şey yoktu görünürde. Yere bastığında ayağına saplanan dikenlere aldırış etmeden hedefine doğru ilerledi. Cüce bir tepeyi aşması gerekiyordu. Birkaç adım sonra rengini güneşten aşırmış saçlar gördü. Sonra cılız bir beden, hemen ardından aynı sıskalıkta birkaç tane daha... Büyük bir kayanın üzerine sıralanmış arkadaşlarının yanına vardı. Ona ayrılan yere ses etmeden oturdu. Ellerini dizlerinde birleştirdi. Arkadaşlarını taklit ederek gözünü doğmakta olan güneşe dikti. Koca mısır tanesi güç bela başını alacakaranlığın içinden çıkardı. Sonra giderek büyüdü, güçlendi, en sonunda göğün tacını karanlıktan tamamen aldı. Altı çocuk sanki bir ayin tamamlamış gibi derin bir nefes aldı. Köydeki keyifli tek şey olan gün doğumunu izlemek onlar için tanrı kadar kutsaldı. Sarışın kız çocuğu yeni gelen arkadaşına dönüp "Hoş geldin dostum." dedi. Çökmüş olan yanaklarına yayılan gülümseme iç ısıtıcıydı. Diğerleri de ona eşlik etti. Buradan başlayan sohbet giderek ısındı. Hayal gücüyle bulutlardan tablolar yaptılar. Sırayla kahramanlık hikayeleri anlattılar. Çocuk aklıyla köyde yaşanan olayları yorumladılar. Sıra ailelerinin garip davranışlarına geldiğinde ortam birden ciddileşti. Kıkırdamalar, şen kahkahalar bıçak gibi kesildi.


Her çocuğun başına aynı şey gelmişti. Ebeveynleri gecenin en koyu anında evden ayrılıyordu. Sabahın ilk ışıklarında geri döndüklerinde kör kütük sarhoş oldukları görülüyordu. İçilecek suyun bile zor bulunduğu köyde şarap içmek neredeyse imkansızdı. Aslında derinlere bakınca halleri sarhoşluktan ziyade çılgınlıktı. Akıllarını yitirmiş gibiydiler. Kahkaha mıdır yoksa çığlık mı bilinmeyen sesleri pencereyi titretiyordu. Her ağızdan aynı hikayenin dökülmesi minik yüreklerini titretti. Muhabbetin getirdiği tüm keyif kaçıp gittiğinden evlerine dönmek istediler. Yolu uzatmak için savruk adımlar atıyorlardı. Hedefi yuvasından beter olan her kuşun yavaşça kanat çırpması gibi... O sırada sarı saçlı, yeşil gözleri çipil çipil bakan kız durdu. Geç gelen arkadaşının yanına gidip sarıldı. "Doğum günün kutlu olsun. On bir yaşına basacaksın değil mi?" dedi. O sırada çocuğun aklından açlığı uçup gitti. "Evet, bugün doğum günüm. Dün gece annem beni yanına çağırıp yarın güzel şeyler olacağını söyledi. Çok heyecanlıyım. Pasta yapacaklarını sanmam. Zaten ekmek yapacak unumuz bile yok. Belki geyik avlamışlardır akşam yemeği için." dedi.


Hiç ummadığı bir anda arkadaşları onun etrafını sarıp hediyeler uzattı. Şövalye mızrağının ucuna benzeyen ahşap bir oyuncak verilmişti ilk olarak. Ardından mücevheri andıran bir taş, saman kağıdının üzerine kömürle çizilmiş bir resim ve işlemeli bir mendil aldı. Sonra destansı hazinelerden daha değerli bir şey tutuşturuldu eline. Kırmızı renkte bir horoz şekeriydi bu. Kahvaltıyı gözden çıkarmış, öğle yemeğinin hayalini kuran çocuk için bu hediye çok kıymetliydi. Nereden bulduğunu sormadı. Belki de tanrı yastığının altına koymuştur diye düşündü. Arkadaşlarına onlarca kez teşekkür etti. Yerden aldığı gayet düzgün bir dal parçasının ucuna ahşap oyuncağı taktı. Oyuncak mızrağına bağladığı mendilin içine taşı, şekeri ve resmi koydu. Sonra yürümeye devam ettiler.


Sıvası dökülmüş evine döndüğünde kız kardeşinin uyandığını, bayat bir ekmeği kemirdiğini gördü. Çok şaşırdı. Oysa iki kurutulmuş et, birkaç zeytin ve biraz peynir vardı hala ellerinde. Köyün geri kalanına kıyasla zengin sayılırlardı. Duruma anlam veremeyerek evin diğer odasına doğru ilerledi. Kız kardeşiyle beraber kaldığı yer dışında bir odası daha vardı evin. Orası önceleri mutfak olarak kullanılıyordu. Artık yiyecek bir şeyin kalmaması sebebiyle boş kalmıştı. Anne ve babası orada yatıyordu bir süredir. Annesi onu görünce önce gülümsedi. Ardından koşup oğluna sıkı sıkı sarıldı. Oğlunun başını kurumuş göğsüne bastırırken kestane rengi saçlarını okşadı. Sonra omuzlarından tutup gözlerine baktı. "Canımın içi, doğum günün kutlu olsun." dedi. Hazırladığı sofrayı oğlunun önüne koydu.


Çocuk, kız kardeşinin yemesini umduğu peyniri, zeytini ve kurutulmuş eti görünce içten içe huysuzlandı. Eli varmıyordu bir türlü. Annesi bunu fark etmiş olacaktı ki "Ağabeyimin doğum günü bugün diyerek yemeyi reddetti. Keçi inadı vardır onda. İkna etmek mümkün değil." dedi. Çocuk ikna olmasa da elden bir şey gelmeyeceğini anladı. Etten bir parça kopararak ağzına götürdü. O sırada gözyaşları aniden düştü yanaklarına. Karın doyurmanın bile zor, yiyecek bulmanın sınav, çalmanın günah ve dürüst olmanın ölüm anlamına geldiği bir dünyada yaşamaktan yorulmuştu. Hayalleri başka diyarlardan koptuğunda karnını doyurabildiği basit bir hayatı düşlüyordu istemsizce. "Ben karnımı gönül rahatlığı ile doyuramazken başkentte altın kaplarda yemek yeniyor. Yarını düşünmeden uyumak istiyorum." diye geçirdi içinden. Dudaklarını kanatırcasına ısırdı. Tüm yediği ilk lokmasından ibaret kaldı.


Hazinesi hırsız ejderhaların menziline girmesin diye evinin arka tarafına gitti. Samanların üstüne uzandı. Horoz şekerini cebinden çıkarıp güneşe tuttu. Güneşin ışıkları cam gibi duran kırmızı şekere vurunca küçük bir gösteri oluşuyor, oynaşan kızıl renkler yakutu andırıyordu. Çok hoşuna gitmişti bu yeni oyuncağı. Oyuncak olarak görmesinin sebebi yenmeyecek kadar özel görmesiydi. Bu hediyeyi ona veren yeşil gözlü kızı hatırladı. Bakışları donuklaştı. Küçük ayıplar işlediği sırada enselenmiş gibi utandı. Dizlerini göğsüne çekip gözlerini kapadı. Onu çok seviyordu. Çocukluk aşkının ağırlığını taşıyordu hep sırtında. Bugün sarılınca kalbinin çıkacağını zannetti. Hediyesini sonsuza kadar saklamak, sevgisini kaybetmemek istiyordu. Sonra, nedendir bilinmez, dudaklarına götürdü şekeri. Tatlı ve inceden inceye diline yayılan hissiyat çok hoşuna gitmişti. Sanki tutmaya zorlandığı orucun ödülünü almış gibiydi.


Sokaktan geçen bir at arabası onun dikkatini çekti. Ne taşıyorlar acaba diyerek kafasını evin köşesinden uzattı. Kemikleri sayılan, kahverengi bir atın çektiği yük kerestelerden ibaretti. Ardından yirmi kadar köylü yürüyordu. Aralarında babasını da gördü. Ona seslenmek istese de boğazına takılan bir yumru yüzünden sesi çıkmadı. Neden seslenemediğini anlamadı. Çocuk bu kerestelerin nereye götürüldüğünü çok merak etti. Ceylan kadar ürkek, tilki kadar gizli bir şekilde bu kafileyi meydana kadar takip etti. Köy kıraathanesinin köşesine pusup ne yapıldığını izlemeye koyuldu. Kerestelerle önce genişçe bir sahne inşa edildi. Sahnenin her tarafı canlısını bulamadıklarından kurumuş çiçekle donatıldı. Ardından yuvarlak bir sunak sahnenin üstüne yerleştirildi. Dört bir köşeye dikilen direklerin üzerine siyah bir kumaş gerildi. Meşaleler balmumuyla direklere sabitlendi.


"Geyik avlamışlar. Geyik avlamışlar! Akşam Yondaru'ya kurban sunacaklar. Karnımız doyacak sonunda." diye geçirdi içinden. Sevinç çığlıkları ağzının içinde geziniyordu. Gözleri parlıyor, karın boşluğunda kuşlar uçuşuyordu. Evine gidip bu kutlu haberi annesine söylemek istedi. Arka sokakları rüzgar gibi geçti. Evine vardığında annesi ve kız kardeşi ortalıkta görünmüyordu. Onları bulmaktan umudunu kesince yatağına uzandı. Uyanık olunca vaktin geçmeyeceğinin farkındaydı. Gözlerini sıkı sıkı kapadı. Uzun bir süre yatağında dönüp dursa da en sonunda uyuyabildi.


Uyandığında günün hangi vaktinde olduğunu anlayamadı. Pencereden dışarı baktığında gecenin karanlığında güneşlerin dolaştığını sandı. Kamaşan gözlerini birkaç kez kırpınca güneş zannettiği şeyin aslında meşale olduğunu anladı. Ziyafeti kaçırdığını düşünerek yerinden sıçradı. Dengesini kaybedip yere devrilince bileği burkuldu. Tekrar ayağa kalkmak istese de yine düştü. Düzgünce adım atması mümkün değildi. Ancak o sırada karnını doyurmak bacağından daha değerliydi. Oyuncak mızrağına dayanarak ayağa kalktı. Kapının önüne çıktığında neredeyse tüm köyün yola dökülmüş olduğunu gördü. Aralarına karışıp meydana kadar ilerledi. Meydana vardığında gördüğü şeye inanamadı. Gözlerini ovuşturdu. Kolunu çimdikledi. Manzarası değişmemişti. Koca meydana onlarca masa dizilmiş, her masanın üstüne yemekler koyulmuştu. Tepsilerde hayalini süsleyen etler, ekmekler ve birçok yemek vardı. Sürahiler ağzına kadar şarapla doluydu. Zincirinden boşanmış bir köpek gibi yemeğe atılmak üzereyken çevresindeki insanların sakinliğini fark etti. Herkes en az onun kadar aç olmalıydı. Peki neden bu kadar yavaş davranıyorlardı? Çocuk bir masaya oturdu. Yemek vakti geldiğinde büyük bir iştahla önündeki tepsiyi silip süpürdü. Ağzındaki lokma bitmeden bir yenisini tıkıştırıyordu. Karnı tıka basa dolana kadar yedi. O kadar kendinden geçmişti ki daha önce içmemesine rağmen bir sürahi şarabı tek başına bitirdi. Hayatının en güzel günü olduğunu düşünüyordu.


Keyifli geçen birkaç saatin ardından çan sesleri duyulmaya başlandı. Sahnenin üstüne çıkan bir din adamı elindeki çanı büyük bir hışımla sallıyordu. "Vakit geldi. Vakit geldi! Geç kalırsak cezalandırılırız." diye bağırdı gırtlağını koparırcasına. Herkes yerinden kalkıp sahnenin etrafında dizildi. Çocuk elindeki kemikten ilik emerken köylüleri izliyordu. Ayine katılması için yaşı çok küçüktü henüz. O sırada baş ucunda anne ve babası belirdi. Yanlarında daha önce hiç görmediği iri yarı bir adam duruyordu. Yabancının simsiyah cübbesinde kırmızı bir tilki sembolü vardı.


"Doğum günün kutlu olsun bebeğim. Sana en büyük hediyeyi vereceğim. Benim için çok kıymetli olduğunu bilmeni istiyorum. Bugün seni Yondaru'ya uğurlayacağım. Onun yanında çok mutlu olacaksın." dedi. Çocuk annesinin ne demek istediğini anlamamıştı. Hala tavuk kemiğini dudaklarında gezdiriyordu. Babası buz gibi soğuk bir sesle "Annen kurban edilmen gerektiğini söylüyor. Köyün iyiliği için bunu yapmamız gerekiyor. Bu sofrayı tanrı sundu bize. Şimdi ödeme vakti." dedi. Bu sözler gayet açık olsa da çocuk anlamamıştı. Sonra cümleler kafasında yavaş yavaş yerine oturdu. Şimşek çarpmış gibi fırladı sandalyesinden.


"Neler söylüyorsunuz siz. Çıldırdınız mı? Hangi tanrı insan kurban etmenizi istedi sizden." diye çığlık attı. Köylüler aniden kafasını ona doğru çevirdi. Yüzlerinde çarpık bir gülümseme, kukla kadar ruhsuz bir ifade vardı. Dudakları hilal şeklinde gerilmişti. Gözkapakları hareket etmiyordu. Yüzlerinde neşeden ziyade acı vardı. "Çıldırmışlar." dedi kendi kendine. Sonra yarım bıraktığı horoz şekeri geldi aklına. Birkaç cümle döküldü dudaklarından. Annesi ona bir şeyler söylese de duymadı.


"Eğer çocuk direnirse kız kardeşinin gözlerini oyarım." dedi yabancı. Çocuk bunun üzerine beyninden vurulmuşa döndü. Ateşli bir öfke tüm bedenini ele geçirdi. Oyuncak mızrağını adamın boynuna sapladı. Ne yaptığının farkında değildi. Cılız kollarını öyle güçlü sallamıştı ki ahşap mızrak adamın boynunu delip geçti. Babası onu gömleğinden tutup geri çekti. Kurtulmak için çırpındıysa da sahneye kadar götürüldü. Sunağın üstüne bırakıldığında köylüler vakit kaybetmeden bağladı onu. Kurtuluşun olmadığını anlayınca sakinleşti. Yaşadığı hayat ne kadar kötü olsa da hayattı. Ölmek istemiyordu. Daha sonra köylüler elleri bağlı birkaç çocuk daha getirdiler. Gün doğumunu birlikte izlediği arkadaşlarıydı onlar. Köylüler ile aynı yüz ifadesini taşıyorlardı.


"Hepinizi öldüreceğim. Hepinizi öldüreceğim! Beni duyuyor musunuz? Buradan kurtulursam sizin, sizin gibi olan herkesin kökünü kazıyacağım!" diye bağırdı geriye kalan tüm nefesiyle. Az önce öldürdüğü adamın ayağa kalktığını görünce suspus oldu. Paramparça olmuş boğazı tamamen iyileşmişti. "Neyin içine düştüm ben? Neler oluyor burada? Rüya olmalı. Evet, evet bu bir rüya. Ölmek istemiyorum! Anne, baba neden cevap vermiyorsunuz? Konuşsanıza." dedikten sonra sessizce ağladı.


Birkaç saat önce hiçbir ölümlünün kurtulamayacağı bir mücadeleden çıkmış keşiş o sırada köyde geziyordu. Bir eliyle omzundaki yaradan sızan kanı durdurmaya çalışıyor, diğer eliyle dengesini sağlıyordu. Bedenine sızan bir zehir onu öldürüyor mu yoksa iyileştiriyor mu emin değildi. Kafası çok karışıktı. Yaşadıklarını düşündükçe midesi bulanıyor, sinirleniyor, küfrediyordu. Yarasını saracak kimseyi bulamadı. Oysaki bu köyde her ne varsa kendisini çekmişti. Bir evin duvarına yaslanıp ölümü bekledi. Bir dua daha okursa yaralarının kapanacağını buna karşılık ruhunun parçalanacağını biliyordu. Ölümü sakince beklemenin en iyisi olacağını düşündü. Gözlerini kapattı. Sonra acı dolu bir ses kulaklarını tırmaladı. "Ölmek istemiyorum!" bu sesin sahibi bir çocuk olmalıydı. Yaralarını umursamadan ayağa kalktı. "Madem ölümün kıyısındayım son anlarımı bir hayat kurtarmak için harcamalıyım. Kilen omne, palatrel hakeras nol. Festarin insala gareya. (Benim kısa, değersiz hayatımı al. Geleceğin fidanlarına dokunma.)" dedi. Yaraları silgiyle silinmiş gibi ortadan kayboldu. Mavi gözleri altın sarısına döndü. Tanrının eli bedenine değmişti o an. Etrafındaki her şey bükülüp kırılıyordu. Zamanı ve mekanı yok sayarak meydanda belirdi.


Çocuk boğazı kesilen arkadaşının adını haykırdı. Bıçak boynunda gezinirken tek ses çıkarmamıştı küçücük kurban. İlk adak, ona ahşap oyuncağı veren dostuydu. Ardından sırayla taşı, resmi ve mendili hediye eden arkadaşları öldürüldü. Her bir cinayette hafızasında bir çiçek koparılıyordu. Bunca pisliği gördükten sonra yaşamak istemiyordu artık. Kıvranıp durmayı bıraktı. Sıra sevdiği kıza geldiğinde dudaklarından iki cümle döküldü sadece. "Lütfen bir şey söyle. Sizi böyle kaybetmek çok acı." dedi. Sonra gözlerini yumdu.


Keşiş meydana vardığında gördüklerinden ötürü kahrolmuştu. Günahlarla bezenmiş hayatında daha büyük bir kötülük görmemişti. Dişlerini kırarcasına sıktı. Alnındaki damarlar şişmişti. Aklı başından uçup gitti. Öyle bir nefretle dolup taştı ki köyü yakıp yıkabilirdi. Soru sormayacaktı. Her şey oldukça açıktı. "Canavarlar..." dedi. "Canavarlar! Siz yaşamayı hak etmiyorsunuz."


***


Keşiş çocuğun elinden tutarak Reksa'nın sokaklarında yürüyordu. Küçük kıyametin üstünden üç gün geçmişti. Delilik sona ermiş, yeryüzü sakinliğe kavuşmuştu. Bu süre zarfında çocuk hiç konuşmamış, yemek yememiş, uyumamıştı. Başı omuzlarına düşmüş bir şekilde düşünüp duruyordu. Yüzü gün geçtikçe daha çok soluyordu. Keşiş böyle bir durumda ne söyleneceğini bilmiyordu. Çocuğu neşelendirmek için aklına gelen ilk şeyi söyledi.


"Benim adım Gandesur. Burası benim memleketim. Resim yapmayı ve yüzmeyi severim. Peki senin adın ne?"


"Ben hiç kimseyim. Bir adım yok. Hiçbir şeyi sevmiyorum artık."


"Anlıyorum. Emin ol, çok iyi anlıyorum. Seni teskin eder mi bilmiyorum ancak önünde uzun bir ömür var. İstersen sana bir isim verebilirim. Adın Sato olsun, küçüğüm."