Birbirini büyük bir hevesle kovalayan saniyeler, göğsünün içinde kalbi atan her insanın heyecanını törpülüyordu. Taht salonundaki sessizlik bıçakla kesilecek kadar koyulaşmaktaydı. Duvarları zamanın acımasız yumruğuyla yıpranan, kararan ve dökülmeye yüz tutan odada nefesler tutulmuştu. Yaşamdan elini eteğini çekmesine rağmen gözlerinin önünde hareket eden beden onların zihnini allak bullak ediyordu. Planlar birkaç adım ötesinde karanlık ve bilinmezlik içinde yok olup gidiyordu. Boğucu ve derinden gelen bir uğultu kulaklarını dolduruyordu. Sato'nun kaş çatmaktan burulmuş alnında bir ter gün yüzüne çıktı. Bir yumru gibi önce olduğu yerde büyüdü. Ardından kendini usulca akmaya bıraktı. Alev alev yanan yanaktan sıyrıldı. Sonra keşişin sivri çenesinde düşmemek için son savaşını verdi. O ter yerle buluştuğu an dövüş başladı.


Hikan eski dostunun sağ tarafına doğru hücum ederken genç keşiş diğer kanadı doldurdu. İlk hamlenin getireceği avantajı kaçırmamak için iki çift bacak sahip olduğu gücün tamamıyla öne doğru atıldı. Birinin yıllardır kullanılmaktan kabzası aşınmış, çeliği çiziklerle kaplanmış hançerleri diğerinin balyoz kadar kuvvetli tekmesi hedefine ulaşacakken yılanlardan örülmüş iki kızıl duvar önlerini kesti. Sato bir anlığına sendeledi ve geri çekilmek zorunda kaldı. Doğanın çizdiği tabloda yeri olmayan bu manzara oldukça şaşırtıcıydı. Çatal dillerden fışkıran çığlıklar kulak zarlarını zedeliyordu. Ancak bu durum Hikan'ın dikkatinin dağıtmaya yetmedi. Sola doğru sıçrayıp açıkta kalan yere doğru ilerledi. Hançerini vakitten ziyade avantajını kaybetmeden sallamak istedi. Elizen saldırıdan kaçsa da soluk yanağına bir sıyrık aldı. Beklendiği gibi bu yaradan bir damla bile kan çıkmadı. Yılanlar bu sefer efendisini korumak ister gibi Hikan'ın üzerine atıldı. Hikan istediğini alabilmiş gibi geriye çekildi. Kafasındaki taşlar yavaşça yerine oturuyordu. Kanı kuruyup bitmiş, bedeni çürümüş rakibinin hareket kabiliyetinin kısıtlı olduğunu fark etti. Soğukkanlılığını koruduğu müddetçe Elizen'in saldırısından kaçmak ve karşı hamle almak işten bile değildi. Dövüş sırasında harcanacak bolca vakit olmadığından Sato'ya "Korkmaya gerek yok." dedi. Sato onun ne demek istediğini anlamıştı.


Az önceki saldırı tekrarlanınca karşılığı aynı oldu. Fakat bu sefer Sato da Hikan da düşmanına saldırabildi. Elizen büyük bir çabayla, son anda kurtuldu. Yalpalayarak bir kenara attı kendini. Devamındaki ikinci saldırı yine yürüyen ölünün dostları tarafından karşılandı. Bundan sonra dövüş bir duvarın yarıklarından sızmaya çalışan yağmur gibi ilerledi. Hasar vermek adına açık aranıyordu. Beklenen açık kendini birkaç sancılı dakikanın ardından gösterdi. Saldırı ve savunmanın arasındaki uyum tökezleyince Sato tekmesini Elizen'in sol koluna indirebildi. Çürümüş kol çatırdayarak kırıldı. Elizen odanın sağına doğru bir torba gibi savruldu. Son darbeyi indirmenin mümkün olduğu düşünülürken ayaklarına dolanan onlarca yılan bir çift kol gibi onları odanın diğer köşesine yolladı. Duvara çarptıkları zaman tuğlalar kum gibi parçalanıp kırıldı. Hikan ve Sato acıyan kaburgalarını tutarak olduğu yerde kalakaldılar. Kavganın seyri lehlerine dönmemişti.


Vakit geçtikçe ağırlaşan, yoğunlaşan ve acı veren bir sessizlik yayılıyordu. Küçük sızlanmalar bunu bölmeye yetmiyordu. Hangi tarafın ilk olarak ayağa kalkacağına dair bir bahis açılsa kimse kesin bir karar veremezdi. Sato'nun çelik sicimden örülmüş gibi sağlam olan bedeni, Elizen'in ise cansız olduğundan darbeden etkilenmemesi gereken bir vücudu vardı. Kimin ayağa kalkacağı belirsizdi. Zaman yavaşça ama son derece yavaşça aktı. Sonra Elizen sanki keşişin tekmesini yememiş gibi bir rahat bir sesle yattığı yerden konuşmaya başladı. Kendisiyle tartışır gibi bir hali vardı. "Düşünüyorum da..." durakladı. Sanki düşündüğünü göstermek için ara vermişti. "Düşünüyorum da bana saldırmanız sadece çocuk kurban etmemden ötürü mü? Bundan ibaret mi?" dedi. Sato'nun yüreğinde bir öfke kıvılcımı açığa çıktı.


"Yediğin haltları öğrendikçe gözümde iğrenç bir hal aldın. Ancak sorduğun soru ne kadar iğrenç olduğunu gösterdi. Ne demek bundan ibaret mi? Evet bundan ibaret! Kim olduğunu sanıyorsun ki kendinde bu hakkı görebiliyorsun?" diye bağırdı Sato. Ciğerleri havayla dolunca kırılan kaburgası canını yakmıştı.


"Ah, anlıyorum. Siz de daracık bir akla, pamuk ipliğine bağlı bir ahlaka sahipsiniz. Daha önce de karşılaştım senin gibileriyle. Öldürdüğüm arkadaşınız muhtemelen bir şövalyeydi. Sen bir keşişsin, değil mi? Diğeri de kabuğumu öldürdüğünü itiraf etmişti. Bu taht odası dört katili barındırıyor. Ne bir eksik ne bir fazla. Dört katil... Peki aramızda ne fark var? Söyleyebilir misin? Eminim ki yüz sene daha yaşasam senin kadar kan dökemem." dedi. Tavrı tanışmaları sırasındaki gibi tanrısal değildi. İki dost gibi sohbet ediyordu. Gerçekten aynı kefede olduklarını düşünüyordu.


"Doğru tahmin ettin. Çok kan döktüm. Çok fazla..." alnından akıp gözüne ulaşan kanı sözünü kesmişti. "Bundan utanç duymuyorum gurur duymadığım gibi. İstisnasız her rakibim kendini savunabilecek kadar güçlüydü. Çocuklar bunu yapamaz. Kalbinde iyiliğin zerresi bulunmayan, eli kanlı caniler benim düşmanımdır. Çocuklar ise masumdur. Kendimi hiçbir kötü sıfattan azat ettiğim yok. Sadece..." canının tekrar yanacağını bildiği halde derin bir nefes aldı. "Kimsenin başıma geleni yaşamaması için savaşıyorum!" diye haykırdı.


Elizen yattığı yerden kalktı. Başını kaldırmadan yürüyüp Sato'nun önüne geldi. Bir elini sakince havaya kaldırdı. Onlarca kızıl çamur yılanı taşan bir nehir gibi zeminin altından, karanlık köşelerden çıktı. "Bu konuşma sona erdi. Seni bir böcek gibi ezme vakti geldi artık. Vaazının devamını Yondaru'nun huzurunda anlat." dedi Elizen. Havadaki elini indirip Sato'yu hedef olarak gösterdi. O an Elizen'in tahmin etmediği, genç keşişin sabırsızlıkla beklediği bir şey gerçekleşti. Binbaşıyı saran yılan küresi portakal dilimleri gibi birkaç parçaya bölündü. İçinden tüm bedeni sarı bir ışıkla yıkanmış gibi parlayan Utarit çıktı. Kızıl saçları, gıcırdayan sivri dişleri, dev gibi vücudu ile bir aslana benziyordu. Silahının üzerindeki kabartma bundan ileri geliyordu. "Bir şövalyeyi asla hafife alma." diyerek teberini savurdu. Elizen'in diğerine kıyasla sağlam olan kolunu kopardı. Elizen büyük bir şaşkınlık içinde sarsılıp kaçtı Utarit'ten. "Nasıl?" diye sorabildi sadece.


"Besmit Taşlarını duymuş olmalısın." dedi binbaşı cebinden çıkardığı sarı, üzerine kalkan rünü kazınmış bir taşı göstererek. Onun sözünü Sato tamamladı. "Besmitlerin mücevher gibi kullandığı. insanların ise gücü karşısında hayrete düştüğü eşyalara denir. Karşısında durmak çok sinir bozucu oluyor." dedi. Kırık kaburgası bu sefer canını çok yakmış, kan tükürmesine neden olmuştu.


Hikan sıva gibi çalındığı duvar kenarında bazı mırıltılar çıkardı. Anlaşılmaz sesler önce silik kelimelere ardından azarlayıcı bir cümleye dönüştü. "Siz.. siz ikiniz... artık susar mısınız?" dedi yerden güç bela kalkarken. "Nerede olduğumuzu..." iyice soluklandıktan sonra devam edebildi. "niçin dövüştüğümüzü unutup havadan sudan konuşmaya başladınız. Dediklerime kulak verin şimdi. Yanılsama büyüsü ile hayvanları kontrol ediyor olmalı. Kayalıkları gezerken tek bir yılanla bile karşılaşmadığımızı hatırlayın. Yavaş olması sizi aldatmasın. Oldukça becerikli biri. Büyüyü yapma süresi ile gerçekleşmesi arasında on saniye kadar bir boşluk var. Hamle yapmak için yeterli sayılır." birkaç incinmiş kemiğin sırtına indirdiği darbeden ötürü sarsıldı.


"Bu savaş artık sona ermeli." dedi Sato. Taşıdığı bina yıkılmasın diye var gücüyle dayanan bir sütun gibi doğruldu. Omuzlarını dikleştirdi. Son kez acı vereceğini bildiği bir nefes ile ciğerlerini doldurdu. "Obin me kahellas birnemen no renem tielis. Zafin me kiheras rin irukan belakiris. Balamor sarena no innu hakeras. (Feda ile yıkanan yol aydınlığa çıkar. Acı ile sivrilen dil hakikat saçar. Hayat mücadelenin kucağında yaşar.)" dedi inanç ve arzu dolu bir sesle. Beyaz teninde yeşil benekler gezindi. Vücudundaki ezilmiş yerleri, kırılmış kemikleri ilahi bir el değmiş gibi iyileşti. Damarında dolanan kan kor alev, kavurucu bir bozkır rüzgarı, toprağı dövüp duran yıldırımlar gibi kaynadı. Tepeden tırnağa yenilenmişti. Zihni de rahatlayıp gevşedi. Öyle ki onu boğmaya gelen kırmızı urganı fark edemedi.


Hikan keşişin üstüne atılan yılana kolunu yem etti. Birkaç damla kanı sıçradı karanlığa. Sivri dişlerin teninde açtığı iki delikten sızan zehir onu titretti. Bileğine sarılan yılanı avucuna alıp başını ezdi. Sato uyuşukluğundan kuvvetli bir sarsıntıyla kurtuldu. Gözleri gördüğünü reddetse de başka bir yere bakmaktan acizdi. Panzehir... Durdu ve düşündü. Panzehir... Yok, dedi kendi kendine. Omuzları düştü, başı da öyle. Hikan hissiz gözlerle onu süzdü. "Sızlanmanın sırası değil. Ayağa kalk." dedi. Gözleriyle ona ve binbaşıya gereken son talimatı verdi.


Kolunun biri bedeniyle ilişkisini kesmiş diğeriyse kırılmış olan Elizen ilgisini kaybetmiş bir şekilde onları izledi. Üç tarafı da kuşatılmıştı. Sırtını duvara yasladı. Kaçacak yeri kalmamıştı. Kaçmak istemiyordu zaten. "Şövalye solumdan saldıracak. Keşiş ön cepheyi, diğer çocuk sağ tarafımı kuşatıyor. Sanırım onları küçümseyerek hata yaptım. Neyse, çok sıkıldım." diye geçirdi içinden. Sato iki adam boyu kadar sıçrayıp içinde dolup taşan gücün tamamıyla bir tekme savurdu. Binbaşı teberini salladı rakibine doğru. Hikan iki hançerini de sapladı eski dostunun göğsüne. Elizen'in kafatası ceviz gibi kırıldı. Kalbi yarıldı. İki bacağı kağıt gibi kesildi. Tozlu zeminin üzerine bir çuval gübre gibi yığıldı. Sarı, vıcık vıcık bir mukus aktı. Yerdeki bir çatlaktan geçip toprağa karıştı.


Birkaç dakika geçti. Binbaşı cesedi incelemeyi bitirmişti. Herhangi bir üst aklı işaret eden bir kanıt yoktu. Bu demek oluyordu ki gizli görevi sona ermişti. Bir an önce bulunduğu yeri terk etmek istercesine kapıya doğru yöneldi. Hikan o sırada kabul salonundaki koltuğa çökmüştü. Bir yandan yaralarını temizliyor bir yandan da Sato'nun endişe ve korkuyla söylediği sözleri elinin tersi ile def ediyordu. İçtiği dut suyu biraz olsun güç vermişti ona.


"Bir an önce şehre varmalıyız. Zehri çıkaracak bir şifacı bulmazsak öleceksin. Ne demeye oturuyorsun burada?"


"Sana ihtiyacımın olmadığını söyledim. Şimdi gitsek bile zehir tüm bedenime yayıldığından bir çözüm bulamayacaklar. Burada hala yapmam gereken bir şey var. Elizen'in bedenini yakmalıyım." dedi. Sato'nun omzundan destek alarak ayağa kalktı. Ağır aksak adımlarla eciş bücüş cesedin yanına yanaştı. Birkaç kaçamak bakış, utançla kıvrılan bir dudak ve sadece kirpiklerini ıslatmaya yetecek kadar gözyaşı ile eski dostundan kalanlara baktı. İnce kollarıyla cesedi kaldırmaya çalışsa da beceremedi. Sato onun bu çabasını üstlendi. Sonra üçü birden gün yüzüne çıktılar. Tatlı esintiler, ışıldayan bir ay ve baykuşlar onları karşıladı.


Çalı çırpı toplandı. Binbaşı bir ağacı kesip ince kütükler halinde doğradı. Elizen'i yatırdıkları yer odun ve yapraklarla donatıldı. Hikan elindeki meşaleden gözünü ayıramadı bir süreliğine. Üzgün değildi. Kızgın değildi. Hisler ve düşünceler tası tarağını toplayıp terk etmişti onu. "Sığınacak bir çatım bile yokken bana evini ve dostluğunu sunmuştun. Beni koruyup kolladın. Sana teşekkür ve özür borçluyum. İçine düştüğün çukurdan seni kurtaracak kadar gücüm, üzerine sıçrayan kiri kabullenecek kadar cesaretim yoktu. Seni kurtaramadım. Üzgünüm." dedi. Son cümlesi dudaklarında takılıp kaldı. Ayaklarının dibine meşaleyi bıraktı. Ateşi göğüsleyen ilk yaprak uzun süre dayanamadı. Yapraklar birbiri ardına kavruldu. Sessiz kıvılcımlar odunlara sıçradı. Alev büyüdü ve Elizen'i yuttu.


Atların bağlandığı yere varınca hayvanların sakinleştiğini gördüler. Birbirlerine sırnaşıyor, yeri eşeleyip ot yiyorlardı. Hikan keşişin desteğiyle atına bindi. Cenaze merasiminin garip havası ile veda sözleri üçünün de dudağını mühürlemişti. Sessizce at sürdüler. Hikan için yol bir işkenceye dönüşmesin diye aheste aheste şehre vardılar. Kiralanan atları ana kapının kenarında inşa edilen ahıra teslim ettiler. Binbaşı geri dönüş yolculuğuna hazırlanmak için hana gitti. Sato ise itiraz kabul etmeyen bir tavırla dostunu şehrin meydanındaki şifahaneye götürdü. Günün bu saatinde şehir, mesaisinden yakınan muhafızlar, nara atan ayyaşlar ve cırlayan kedilere aitti. Hastanede onları alkol ve ilaç kokusu karşıladı. Sato gördüğü ilk yatağa dostunu yatırdı. Hemşireler onun ezilmiş yerlerine merhem sürüp yaralarını sardı. Hikan önüne koyulan öğütülmüş bitkilerden yapılmış iksiri içti.


Yarım saat sonra yeni uyandığını gözlerini ovuşturarak belli eden bir şifa büyücüsü yanlarına geldi. Hastasıyla samimiyet barındırmayan ve kendisi için tekdüze olan kısa bir sohbet etti. Refakatçinin uzun ve heyecan dolu açıklamalarını ufak bir el hareketiyle böldü. Her hareketi yarım bıraktığı uykusuna dönmek istediğini belli ediyordu. Asasını Hikan'ın etrafında döndürürken 'Kasi'hato Va'ad: Ruvi Magliora Niel' dedi belli belirsiz. Sato, Kimeru'da olduğu gibi bu adamın da sesinin büyülü sözleri söylerken değiştiğini fark etti. Işıltılar saçan bir gül belirip Hikan'ı tepeden tırnağa sardı. Şifa büyüsü kişiyi doğadaki mucizelerin yansımalarıyla tedavi ederdi. Hikan muayene olurken büyücü göğsüne inen ak sakalını sıvazlayıp durdu. Tedavi tamamlanıp da gül suya atılan pamuk şeker gibi eriyip yok olurken başını iki yana salladı. Hastasının kolundan sızan zehri bir mendil ile sildi.


"Darbeye bağlı yaraları büyük ölçüde ortadan kaldırdım. Etine geçmemiş zehri söktüm. Kulağa acımasızca gelebilir ama bunu huzur içinde ölmen için yaptım. Üzgünüm ama panzehri olmayan bir yılan tarafından ısırılmışsın." dedi üzgün olmadığını saklayamayan bir sesle. Sonra odayı uyuşuk adımlarla terk etti. Bu sözler Sato'nun zihnine iğneler sapladı.


"Benim yüzümden öleceksin. Ben..." gırtlağına yapışan bir hıçkırık yutkunmasına neden oldu. "Çok üzgünüm. Tedbiri elden bırakmasaydım, üstüme gelen yılanı görebilseydim bu hale gelmeyecektin." dedi.


"Şu haline bak. Eli kan kokan bir keşiş ağlamak üzere. Evet, senin hatan yüzünden buradayım. Ren'e başıma gelenleri anlatırken yüzün kızarır umarım. Sonra beni Aetir'e gömersiniz." dedi Hikan. Karşısında iki büklüm duran genci iyice ezmek istercesine.


"Ne desen haklısın. Özür dilemek bir şeyi değiştirmeyecek, biliyorum. Affedilemeyecek bir hata yaptım." dedi Sato. Ufak bir dokunuş gözlerinin ıslanmasına yeterdi o an.


Hikan oynadığı oyunu daha ileriye götürmek istemedi. "Sakinleş artık. Öldüğüm falan yok." dedi içten içe gülerken. Sato'nun anlamaz bakışları üzerine konuşmaya devam etti. "Yeryüzünde beni devirebilecek bir zehir bulunmuyor. Yeraltında neyle haşır neşir olduğumu unuttun mu?" dedi. Nedenini bilmese de Sato'nun tavrı onu mutlu etmişti.


Hastaneden hemşirelerin itirazlarına yarım yamalak bahaneler sunarak ayrıldılar. Hana doğru ilerlerken Sato'nun gözü hep Hikan üzerindeydi. Olumsuz bir değişim arasa da bulamadı. Hana vardıklarında binbaşının tek başına bir köşede oturduğunu gördüler. Önündeki masada kızarmış tavuk, börek ve üç bardak bira vardı. Zorlu haftanın yorgunluğunu atlatmak için sofranın başına oturdular.


"Üç günlük azığımızı atların heybesine koydum. Yola çıkmadan önce karnımızı iyice doyuralım. İyi iş çıkardık. Siz olmadan bu meseleyi çözemezdim." dedi binbaşı. Üzerinde dumanı tüten koca tavuğu bıçağıyla bölüp tabaklara koydu.


Sato gırtlağını temizleyip suratına ciddi bir ifade yerleştirdikten sonra konuşmaya başladı. "Anlaşmanın son kısmına geldik sanırım. Elizen'i bulmak ve ortadan kaldırmak konusunda yardımcı olduk. Şimdi soracağım soruya dürüstçe cevap vereceğinize eminim. Güvenliğini sağladığınız ve dip bucak bildiğiniz şehirde Asurah'ın Ruhu'na sahip birinin olduğunu duydum. Bize teslim etmenizi istemiyorum. Nerede bulunduğunu söylemeniz yeterli benim için." dedi.


"Bu dedikoduyu bir handa duymuş olmalısın. Maceracılar inanmak istediği şeyi söyler. Kulak vermeye değmez. Ruha sahip biri gücünü açığa çıkarmadığı müddetçe sırrını saklayabilir. Fark etmenin mümkün olduğunu sanmıyorum. Kuşlarım şehirde olan biten her şeyi kulağıma fısıldar. Ancak bilinmeyeni bulmak benim boyumu aşar." dedi Utarit. Sonra bir eksiği tamamlar gibi devam etti. "Seni hayal kırıklığına uğratmak istemem. Yardımın olmadan bu işi halledemezdim. Borcumu nasıl ödeyebilirim?" dedi.


"Ortada ödenecek bir borç göremiyorum. Elizen davası bizim için de önemliydi." dedi Sato. O sırada aklına iki sene önce karşılaştığı Remian geldi. Ruh hakkında Kimeru'nun anlattıkları ve iki sene önce yaşadıklarından başka pek bir bilgisi yoktu. Belki de binbaşı ona açık bir hedef sunabilirdi. "Eğer mümkünse sizin gibi bir şövalye olan Remian hakkında bilgi almak isterim." dedi.


"Hatırlamakta zorlandığım zamanlara ait bir ismi bilmen beni şaşırttı." dedi binbaşı. Bir süre düşündü. Zihnindeki kırıntıları toplayıp bir araya getirdi. Sunmaya hazır olduğunu hissedince söze başladı. "Yirmi altı sene önce, Şövalye Okulu'na kayıt olduğum sırada Remian herkes için örnek bir askerdi. Fikirleri ve başarısı dilden dile yayılmıştı. Yatakhanemiz dile gelse onun maceralarını ezbere anlatabilirdi. İnanılmaz bir taktiksel zekaya sahip olduğu söylenirdi. Etros Muharebesi sırasında onun yönettiği öncü birlik düşman ordusunu iki saat içinde imha etmişti. Asıl ordunun gelmesini beklemeden Etros'u asi derebeyinden geri almıştı. İnsan hayatına verdiği değer dilimizden düşmezdi. Zayiatı en aza indirmek için .'Karga Tüneği' adında bir taktik geliştirmişti. Köylü olduğundan bir soyadına sahip değildi. Yine de ona duyulan saygı hiçbir asile gösterilmedi. Sonra bir gün geldi ve Remian ardında hiçbir iz bırakmadan kayboldu. Resmi açıklama onun öldüğü yönündeydi. Ancak bazı köylerde ortaya çıktığına dair söylentiler var. Sıra arkadaşlarım gibi ben de onun açtığı yoldan yürümek isterdim. Onun efsanesi sona erdiği sırada doğudan gelen Ren Karasu adında genç bir kızın efsanesi başladı." dedi. Sözlerini hüzünle yıkanmış bir gülümseme ile bitirerek.


"O da kim?" diye sordu Hikan. Yıllar önce duyduğu ezgiye hiç beklemediği bir anda denk gelmiş gibi bir tavır takındı.


"Ren yaşıtları arasından iradesi ve erdemi ile öne çıkmış bir kahramandı. Şövalye Okulu'ndaki yedinci senemi doldurmak üzereyken geldi başkente. Kibar, zeki ve perileri bile kıskandıracak kadar güzel bir kızdı. O okulun koridorlarından geçerken bazıları hayranlıkla bazıları da imrenerek bakardı. On yıllık eğitimi beş senede tamamlamakla birlikte doksan sekiz puan toplayarak Şövalye Okulu'nun gelmiş geçmiş en başarılı ikinci öğrencisi oldu. Ben güneybatıda görevlendirilirken o savaşın göbeğine, doğuya yollandı. Kuzgun Muharebesi'nde bir bölük düşmanı tek başına katlettiği söylenirdi. Yirmi bir yaşındayken tümen komutanı olarak tayin edildi. Orduyu Hayırsız Çayır'dan kayıpsız geçirmesi ve art arda zafer kazanması alkış topladı. Kariyerinin en parlak dönemindeyken bir keşif gezisinde pusuya düşürüldü. Ölümü herkesin üzerinde yıkıcı bir etki bıraktı. Onunla omuz omuza savaşmak ya da oturup iki kadeh içki içmek isterdim. Nasip olmadı. Yaşasaydı otuz beş yaşında olacaktı." dedi. Yüzündeki hüzün iyice belirginleşti. "Benim yaşıma geldiğinizde geçmişten bahsetmek pek hoşunuza gitmeyecek. Unutmak bazen iyi geliyor. Neyse. Biz şimdi yemeğin tadını çıkaralım." dedi.


Karınlarını iyice doyurduktan sonra şafakla birlikte yola çıktılar. Erravan onları ihtişamlı manzarasıyla uğurlarken önlerinde aşılması gereken uzun bir yol vardı. Nal sesleri ve binbaşının mırıldandığı bir şarkı eşliğinde at sürdüler.