Hayatının takvim yapraklarını üstünkörü çevirdi. Gözleri önünde her bir anı bambaşka bir renge bürünüyordu. Soluk kahverengi hüzün, güneş rengi neşe, gecenin karanlığında matem ve kan rengi acı... Bu renk cümbüşünde savrulurken hisleri ketum fikirlerin arasında çaresizce kıvranıyordu. Zaman yüreğini yontunca geriye planların, menfaatlerin ve kararların tutkunu bir heykel kalmıştı. Anlık duyguların durağında dinlenemezdi. Halinden memnun muydu? Bu sorunun cevabını vermek için ne vakti ne de arzusu vardı. Henüz bunu bile hak etmediğine inanıyordu. Memnun olsa da olmasa da kaderini tepeden tırnağa yeniden yazacaktı. Yazacaktı fakat fedakarlığının karşılığı olacak mıydı? İşte bu soru aklının bir köşesini daima dişleyip durmaktaydı. Elinde avucunda ne kaldıysa geleceğini inşa etmek için harcıyordu. Vakit ve emek su gibi akıyordu avuçlarından. Hakkı olanı alacağı günü dört gözle bekliyordu.


Her ne zaman hayatını sorgulasa aklına, daha önce düşünülmemiş gibi, adalet konusu gelirdi. Zihninde bu konuyla ilgili ateşli nutuklar atar, yine kendi kendini alkışlardı. Bu ritüel kendini yine gösterdi. Lüks içinde geçen birkaç senenin karşılığında ömür boyu çile çekmenin adilliğini sorguladı. Edindiği sonuçtan hoşnut kalmayarak yüzünü buruşturdu. Ayaklarının dibine bırakılan zarafet ellerinden zorla alınmıştı. "Neden" diye düşündü. Hemen ardından bunun için geç kaldığını fark etti. Gerçi bu bir anlam ifade etmiyordu onun için. Kimilerine göre kısa, kendisine göre uzun, reddedilemeyecek biçimde söylemek gerekirse yirmi üç yıllık hayatında bütünüyle kontrolünde olan hiçbir olay gerçekleşmemişti. Buna büyücü olmak dahildi, başarısız bir büyücü olmak da. O yüzden geç kalmak üstüne pek uymayan ama çıkarmaya razı olmadığı bir gömlekti. Bir cenazenin ardından gelen o tutuk ve yıkılmaya hazır olan ruhu bir ömür göğsünde taşımakla görevlendirilmişti. O bilirdi ki zihni geçmişin eline teslim ettikten sonra gözü ileriye dikmek çok zordu. Anı yaşamak ise büsbütün imkansızdı. Yine de gelecek zihninin en gözde yerini kirleten bir lekeydi. Düşüncelerinden sıyrılmasına, sürdüğü at arabasında oturan bir kadının sesi yardımcı oldu. Bu sesi duymaktan sıkıldığı söylenebilirdi.


"Nereye gidiyoruz Kimeru?" dedi Ren. Bir yandan hiçbir şövalyenin taşımaya gönüllü olmayacağı kadar büyük kılıcını bilemekle meşguldü. Gayet basit bir kuryelik işinde keskin bir kılıca ihtiyacı olmasa da alışkanlıklarının önüne geçemiyordu. Bir başka alışkanlığı olan kalkanının çatlaklarına zamk sürme işini biraz önce bitirmişti. Kimeru'nun asasını temizleyip onarma teklifi reddedildiği halde bu işi gizlice halletmişti.


"Soru sormakla ilgili bir sınır çizmiş olsaydım sen o sınırı defalarca geçmiş olurdun. Sabrım giderek azalıyor. En azından verdiğim cevapları bir kağıda yaz ki papağan gibi tekrar etmekten kurtulayım." dedi Kimeru alnını ovuştururken. Yular tutmaktan terleyen eli alnını ıslatmıştı. Bu durum fena halde canını sıkınca azalmakta olan sabrı dibi gördü. Sonra Hikan'ın üstü kapalı birkaç sözünü hatırladı. Ren'in zayıf hafızasını ve saflığını ima eden kelimeler onu sakinleştirmese de öfkesini bastırmak adına bir fikir verdi. "Perjev'in güneyindeki bir köye erzak taşıyoruz. Adı neydi bu köyün?" Ren'den bir yanıt ummadığından bu soruyu kendine sormuştu. "Alaburun Köyü olması gerekiyor. Erzakı teslim edince köyün şefi bize bir mektup verecek. Sonra şehre döneceğiz." Son kelimesi dudaklarından ayrıldıktan sonra kısa bir an durup düşündü. "Şu işe bak! Ruhun izini sürmem gerekirken Fahul gibi yük taşıyorum. Bari kafama bir hasır şapka takayım da tam olsun." dedi hırlayarak. Atlar onun bağrışını bir kırbaç darbesi gibi hissedip hızlandı.


"Bu mavi şeritli üniformanın içindeyken Fahul'e hiç benzemediğimize eminim. Ancak öfkeli halinle onu biraz andırıyorsun." dedi Ren. Üzerindeki sık dokunmuş cekete ve koyu mavi pantolonuna baktı. Göğsünün omuzlarıyla birleştiği yerde beyaz renkte at motifi dokunmuştu. Rahat hissetmekle birlikte hoş göründüğü konusunda emindi.


Atlar bu sefer kırbaçtan nasibini aldı. Kimeru'nun gıcırdayan dişlerine eşlik ederek kişnediler. Büyücü kafasını iki yana sallayıp sinirini bastırmaya çalıştı. "Hanımefendi laf çarpmaktan geri kalmıyor. Ayda yılda bir gördüğün adamı hatırlayacağına yaptığımız işe yoğunlaşsan kafamı şişirmezdin." diye söylenerek yoluna devam etti. Oysaki Ren söylediklerinde gayet samimiydi.


Postacı kisvesiyle ayrıldıkları Perjev'den sonra onları geniş bir ova ve uçarı bir soğuk karşılamıştı. Ara sıra kendini hissettiren soğuk rüzgarlar onları daha kalın giyinmemenin pişmanlığına sürüklemişti. Ancak havanın taze nefesler bahşetmesi iyi gelmişti. Geçtikleri ovada gezinen tilkiler mideye indirebilecekleri bir tavşan veya fare aranıp durmuş, bir sırtlanın güçlü çenesine yem olmamak için etrafını gözlemişlerdi. Yıkılmak üzere olan birkaç ev görseler de içindeki insanların bu havada kendini gösteresi yoktu. On beş öküzden ibaret bir ticaret kafilesi yanlarından geçip gitmişti. Dumanı tüten bir kase çorba ve ağır geçen yolculuğu unutturacak iki kadeh içki arzusuyla yanıp tutuşuyor olmalıydılar. Kimeru da bir an önce eline zorla tutuşturulan işi bitirip onlara katılmak istiyordu.


Donduğu yetmezmiş gibi üstüne bir de ince bir kar tabakasıyla örtünen toprak at nalları altında hışırdıyordu. Güneye indikçe soğuk az da olsa koyulaşıyor, güç bela geçilen yollardan geri dönme isteği uyandırıyordu. Gümüşnar mevsiminin gelmek üzere olduğundan haberi yoktu güneyin. Bir fersah ötede onları küçük bir orman karşıladı. Tenlerini ısıran rüzgar burada etkisini yitiriyordu. Kayın ve kestane ağaçlarından ibaret olan bu ormanda iki saat kadar mola verdiler. Ren kucak dolusu çalı çırpı toplarken Kimeru kısa bir büyüyle kamp ateşi yaktı. Peksimet ve kurutulmuş etten ibaret kumanyalarını sessizce yediler. Kimeru'nun sohbet etmeye niyeti pek yoktu. Birkaç gün sonrası için plan yapmakla meşguldü. Ren ise bir ucu kızarmış dal parçası ile karın üzerinde şekiller çizmekle vaktini geçirdi. Yemekten sonra dalından kopardıkları kestaneleri külün içinde kızarttılar. Kabukların sıyırdıktan sonra bir torbanın içine koyarak yolluk yaptılar. Kukumav kuşları ağaç kabuğundan yapılmış yuvasında onları izlerken ormandan ayrıldılar.


Yolun devamı yine ıssızlığın ve sessizliğin hakim olduğu bir ovada geçti. Bir saat kadar at sürdüler. Bir şey değişmedi etraflarında. Üç saat daha yol teptiler. Etrafı çepeçevre kuşatan yeşilliğin üzerinde en ufak bir hareket olmadı. Verdikleri molanın üzerinden altı saat geçti. Oldukça şaşırtıcıdır ki hala aynı manzarayla göz yormaktaydılar. Sürüp giden sakinlik pek çok kimse için beklenmedik bir şeydir. Kabokam topraklarında sakinlik kelimesinin ne anlama geldiği konusunda kimsenin kesin bir fikri olmazdı. Başkent bile kaynayıp duran cadı kazan gibiydi. Parası içki almaya yetenler ayyaşlığı, eli silah tutabilenler eşkıyalığı büyük bir yüce gönüllülükle üstleniyordu. Askerler ile büyücüler şehir meydanında sık sık takışırdı. Keşişlerin şövalyelerle kavga etmesi bir gelenekti adeta. Onlarca gaz lambasının aydınlattığı sokaklarda gerçekleşen bu olaylar alışılmış ve kısmen akla yatkındı. Ancak kırsalda cereyan eden bazı olaylar vardı ki bunlar herkesin yüreğini hoplatıyordu. Devlet arşivlerinde yeri olmayan yaratıkların köylere indiği, bazı kuyulardan oluk oluk kan fışkırdığı ve kadim halklara ait birkaç mezarın açıldığı anlatılıyordu. Bunların ne kadarı doğrudur bilinmez ancak Kabokam halkı için ufukta kargaşanın kara bulutları yükselmekteydi.


Geceyi at arabasının içinde geçirdiler. Tahtanın üzerine serdikleri ince çarşaf rahat olmasa da yol yorgunu Ren uykuya kendini teslim etti. Kimeru ellerini başının altına koyup arabanın üzerine gerilen beze dikti gözlerini. Huyu olmasa da çiziklerden, lekelerden anlam çıkarmaya başladı. Penas Timanar'ı düşledi öncelikle. Kanın kurumuş, yanmış haliyle sıvanmış surlarını, dar ve tozlu sokaklarını ve mücadeleyle berkitilmiş halkını hatırladı, kendi halkını. Ailesiyle geçirdiği vakitleri, üzerindeki beklentileri, savaşları, kan ve ateşi düşündü. Ateş birçok anlamda zihninde büyüyüp durdu. Büyü, yıkım ve başarısızlık olarak kendini gösterdi. Sol omzunun biraz ötesinde uyuyan Ren'in çıkardığı mırıltılar dikkatini dağıttı. "Ne olur uzak dur onlardan. Uzak dur... Benden ne istiyorsan veririm. Lütfen rahat bırak arkadaşlarımı." Bunu duyan Kimeru sırtını dönüp gözlerini kapattı. Kimsenin ruhsal çöküntüsüyle uğraşacak halim yok, dedi kendi kendine.


Ertesi gün yular hep Ren'in elindeydi. Kimeru'nun yönlendirmesiyle uzun süre, şafaktan geceye kadar yol aldılar. Güneş gök sahnesinden çekilip yerini ay ve yıldızlara bırakınca uzakta köyün ışıkları kendini gösterdi. Etrafı tepelerle çevrili küçük kasabanın tek girişi zaten üzerinde ilerlemekte oldukları yoldu. Ay ışığında küçük patates tarlaları görünüyordu. Bir kuyu köyün dışında yer alıyordu. Bunun dışında burası derme çatma evlerden ibaretti. Varmadan önce asa, kılıç ve kalkan bezlere sarılıp at arabasının bir köşesine saklandı.


Ren, at arabasını köyün meydan denilebilecek bir açıklığında durdurdu. Yük ikisinin indiremeyeceği kadar çok ve ağırdı. Hem yol yorgunluğu buna izin vermiyordu. Kimeru birkaç evin kapısını çalsa da açan olmadı. Üstüne üstlük gaz lambaları söndürüldü. Aynı tavırla birkaç kez karşılaşınca sinirlenmekten kendini alamadı. "Peki, öyle olsun. Dört deve yükü kadar eşyanızı geri götüreyim Perjev'e. Siz ise sindiğiniz karanlıkta geçirin ömrünüzü!" diye bağırdı. Blöf yapıp yapmadığından kendisi de emin değildi ancak bu sözler işe yaramıştı. Diğerlerine kıyasla daha büyük olan binadan yaşlı bir adam fırladı. "Durun, bekleyin! Kusura bakmayın sizi beklettiğim için. Onlara aldırmayın lütfen. Bu saatte gelen eşkıyadır diye korktular." dedi paldır küldür koşarken. Ardından asasını art arda yere vurup "Dışarı çıkın. Binbaşı Utarit bizi bu ay da unutmamış." diye bağırdı. Bunun üzerine söndürülen lambalar yandı, kapıların sürgüsü çekildi, birer birer insanlar ortaya çıktı. Kimeru'nun azarlayıcı bakışlarına mahcup gözlerle karşılık verirken at arabasını yükünden kurtardılar. İş bittikten sonra ihtiyar onları evine davet etti. Her tarafı tutulmuş olan Kimeru bu teklifi hevesle olmasa da kabul etti.


Ren ve Kimeru iki odalı evin genişçe salonunda kendilerine sunulan çayı içerken ihtiyar çınar ağacından yapılmış yazı masasının üstünde bir mektup yazdı. Mektubu kalın bir zarfa koyup mühürledi. Kimeru'ya uzatırken de erzakı getirdikleri için defalarca teşekkür etti. Kimeru sorumluluğunda olmayan bir meselenin detaylarını öğrenmek isteyen türden biri olmasa da bu işte bir gariplik olduğunu düşündü.


"Ücreti karşılığında yapılan bir ticarete benzemiyor. Bir mektupla mı çözülüyor iş?" diye sordu.


"Durum biraz garip görünüyor, biliyorum. Aslında bu alışverişten ziyade Binbaşı Utarit'in bir lütfu. Gördüğünüz üzere bir avuç verimli toprağımız var. Yeterince mala ve hayvana sahip olmadığımız için ticaret yapamıyoruz. Geçim sıkıntısı çektiğimiz gün gibi aşikar. Bu sebeple köyümüz altı sene önce komşu kasabaların başlattığı bir isyana katılmıştı. Dokuz ay boyunca askerlerle çarpıştık ve yağma yaptık. Erdemli bir davranış değil ancak yaşamak için başka çaremiz yoktu." dedikten sonra sözlerine ara verdi.


Derin bir nefesle sesindeki titremenin önüne geçtikten sonra konuşmaya devam etti. "Her şeyin gönlümüzce gittiğini sanırken, zafer sarhoşuyken Binbaşı iki yüz atlısı ile karıncanın başını ezmeye geldi. Karargahımız önünden bir nehir akıyor, arkasındaysa bir tepe yükseliyordu. Güvenli zannettiğimiz mevki bizi kaçma fırsatından mahrum etti. Birkaç dakika sonra boynumu bir giyotinin üstünde bulunca sonun geldiğini anladım. Yirmisinden altmışına kadar herkesin boynu vuruldu. Şansım vardı ki altmış birinci yaşıma basmıştım. Sağ bıraktıklarını ailesine teslim edip dönmek üzereyken binbaşı köyümüzden üç çocuğu da beraberinde götürdü. Ailesini kendi elleriyle biçtiği üç çocuktu bunlar. Sonrasında belki merhametinden belki de başka bir isyanın önüne geçmek istediğinden ötürü her ay bize erzak yardımı yaptı. Sert mizacı beni dostlarımdan koparsa da tüm olanlardan sonra adaletli davrandığını itiraf etmeliyim." diye sözlerini bitirdi.


Demirsancak kanını taşıyan biri savaşın ve savaşçının her halini tanır, anlardı. Bu yüzden Kimeru durumun üstünde fazla durmadı. Zaten uykusu da iyice bastırmıştı o sırada. İhtiyar istirahat etmeleri için onları misafirhaneye götürdü. Burası ahşaptan inşa edilmiş, tek katlı, alçak tavanlı ve rutubetli bir yerdi. Sekiz yatak yan yana dizilmiş, kapının hemen karşısına küçük bir mutfak koyulmuştu. İhtiyar onlara iyi geceler diledikten sonra atlara su ve arpa verileceğini, istedikleri zaman yola çıkabileceklerini söyledi. Acıkırlarsa mutfakta gönül rahatlığıyla yemek yiyebileceklerini de ekledi. Ardından onları yalnız bıraktı.


Kimeru mutfağın hemen önündeki yatağa, Ren ise pencerenin yanında duran en uçtaki yatağa yattı. Ağrıyan sırtları saman doldurulmuş yatağın üstünde az da olsa rahat etmişti. Yastıktan diye başlarını koydukları şey kütük kadar sertti. Zaman geçtikçe nefes sesleri düzenli bir hal aldı. Eş zamanlı olmasa da ikisinin de karnı guruldadı. Birkaç saat geçti. Gecenin şafağa karıştığı, göğün mor renge büründüğü saatlerdeydi. Uyumaları gerekirdi ancak Kimeru kalkıp mutfağa doğru ilerledi. Çekmeceleri karıştırıp yiyebileceği bir şeyler bulmaya çalıştı. Kurutulmuş meyve, bir maşrapa dolusu şarap ve tuzlu kurabiye buldu. Bunları ve iki bardağı bir tepsiye koyup Ren'in yanındaki yatağın üstüne oturdu.


"Uyumuyorsun, değil mi?" diye sordu ağzına kuru kayısı atarken.


"Aç karnına uyuyamadım. Peksimet bitmeseydi biraz yerdim." dedi Ren. Doğrulup gözlerini ovuşturdu.


"Neden yemek hazırlamadın kendine? Hatırlarsan yaşlı adam bu konuda izin vermişti."


"Dürüst olmak gerekirse biraz utandım. Fakirin sofrasına el sürmek gibi olacağını düşündüm. Getirdiğimiz erzaktan ne kadar az yersek o kadar iyidir. Aetir'de iken biz de onlar gibiydik. Durumu az çok anlayabiliyorum" dedi gözlerini kaçırarak.


"Evet, aynı haldeydik. Ancak şu an terazinin diğer kefesindeyiz. Fahul ile bir gece vakti handa karşılaşsaydın ona yemek ısmarlardın, değil mi?" diye sorunca Ren başını olumlu anlamda salladı. Kimeru onu ikna etmek için "O halde karnını doyur. Böylece bu köyün teşekkürünü kabul etmiş olursun." dedi. Ren bunun üzerine büyücünün uzattığı şarabı kabul etti. Yemek sırasında başka bir sohbet gerçekleşmedi aralarında. Sonrasında daha rahat bir uykuya daldılar.


Gün öğlene ererken büyücü uyandı. Yol için hazırlanması gerekiyordu. Köyün ağılına gidip koşum takımlarını kontrol etti. Yular, gem, eyer ve üzengiyi dikkatlice gözden geçirdi. Hepsi ucuz ama sağlam görünüyordu. "Doğu işi, memleketimdeki gibi." diye düşündü. Atlar arabaya bağlanırken aklına babası geldi. Gerçek bir savaşçının atıyla bağ kurduğunu, et ile tırnak gibi bir bütün olduğunu, sahibi öldüğünde atın ağladığını ve atı öldüğünde sahibinin yas tuttuğunu uzun uzun anlatırdı. Kimeru çocuk aklıyla bunları büyük bir hevesle dinlerdi. Demirsancak atlılarının savaş meydanında esip gürlemesine tanık olmasaydı bu sözlere inanmazdı. Ancak kader aynı formülü onun üzerinde uygulamadı. Kimeru hayatın ona sunduklarıyla bağ kuramadı. Hiçbir yer kendinden bir parça taşımıyordu. Kimse de seveceği, kabulleneceği bir şey göremedi. Bir tufanın koynunda sarsılıp duran tekne gibi sıcak bir liman aradı yıllarca. Sonunda Demirsancak aşiretinin tek büyücüsü olmakla yetindi.


Hazırlıklarını yaptıktan sonra misafirhaneye dönüp Ren'i uyandırdı. Köyün girişinde bıraktığı arabaya binip yola çıktılar. Köyün yaşlısı onlarla vedalaşmak istese de Kimeru bunun için vaktinden pay ayırmayı düşünmüyordu. Yokuşu aşıp köyü geride bırakırken arkasına bile bakmadı. Geri dönüş yolculuğu kendi içinde bir farklılık taşımıyordu. Geniş çayırı geçmeleri bir buçuk gün sürdü. İkinci günün gecesinde küçük ama sevimli olmaktan pek uzak ormana vardılar. Geceyi burada geçireceklerdi. Ren yakacak toplamadı bu sefer. Kimeru ise arabadan inmek bile istemedi. Büyücü henüz köydeyken satın alıp bir köşeye koyduğu sefer tasını açtı. Bir kaşığı Ren'e uzattı. Onun tereddüt dolu gözlerini fark edince "Merak etme. Karşılığında iki altın verdim. Birkaç koyun satın alabilirler o parayla." dedi. Bu söz işe yaradı ve yemeklerini yediler. Geceyi yine arabanın içinde geçirdiler.