Gececi kuşların uğultusu kulaklarını doldururken daldıkları uyku dinlendiriciydi. Yol yorgunluğunun izleri silinmese de taze havanın okşadığı bedenleri tazelenmişti. Dalına ağır gelen kestanelerin yere düşmesi, çalılardan fırlayan tavşanın çıkardığı çıtırtılar, onu kovalayan ak kurdun hırıltıları uykularını bölmeye yetmemişti. Sarı yaprakları dans ettiren rüzgar kuş seslerine karışınca büyüleyici bir gösteri yayıldı dört bir yana. Hiçbir bulut göğü gölgelemeye cüret etmediğinden ay tüm ışığıyla yeryüzünü yıkayabiliyordu. Yıldızların onun çevresinde parlak kavisler çizmesi bir hediye gibiydi bakan gözlere. Kanatlarıyla uçsuz bucaksız gökyüzüne meydan okuyan bir şahin bu manzaranın tadını çıkarmak için yavaşlamış, bir süre ormanın üstünde kanat çırpmıştı. Böcekler, karıncalar, solucanlar bile toprağın altından başlarını kaldırıp bu şölene dahil oldular. Gece her haliyle büyüleyiciydi.


Ertesi sabah rüzgar, garipliğin insanı boğan kokusunu etrafa dağıtarak güne başladı. İdam sehpasına yürüyen mahkumun boynunda, teknesi devrilmek üzere olan balıkçının ruhunda, özenle yetiştirdiği çiçeğin bir sabah aniden solduğunu gören çocuğun gözlerinde olan felaketin çeşnisi de vardı rüzgarda. Garipliğin kokusu tenlerine nüfuz edip kemiklerine kadar indi. Tuhaf bir olayın fitili ateşlenmişti. Bu durum herkes tarafından tahmin edilebilirdi. Fakat rüyalar alemindeki iki akıl için bu geçerli değildi. Onlar kim bilir hangi hayali alemde gezinirken gerçek tabiat kasvetli bir örtüye bürünmüştü adeta. Puslu bir göğün altında uzanmaktaydılar. Güneş korkuyordu. Bulutlar ona eşlik etse de onlar da titremekten kendilerini alamıyordu. Torbasında sahneyi terk etmek bulunan her şey, istisnasız her şey büyük bir telaşla yuvasına çekilmekteydi. Sonunda gecenin getirdiği bütün güzelliği silip süpüren garabet gölgelerin arasından çıkarak kendini gösterdi. Çelik kadar sert pullarının ezip geçtiği toprak ufalandı. Koca gövdesinin kırdığı ağaçlar çevreye saçıldı. Hayvanlar hep bir ağızdan ciyaklayarak sağa sola kaçıştı. Yaşananlardan bihaber Kimeru ise önce sağ gözünü araladı. Mahmurluk gördüğü şeyi seçebilmesine izin vermedi. Sağın başarısız olduğu görevi sol göz üstlenmek istedi. Nispeten daha net bir görüntü yakalasa da sonuç pek de iç açıcı değildi. Gerçi o an görmemek daha iyi bir seçenekti. Ancak zihin üstüne vazife olmayan işlere soyunmakta ustadır. Yaptığı işin sonuçlarını umursamadan iki bölük pörçük görüntüyü birleştirdi. Ardından büyücüyü keskin bir şok ile uyandırdı.


Karşısında iki kulaç boyunda bir varlık duruyordu. En isabetli tanım bu olabilirdi. Varlık... Canlı denemezdi çünkü belinden yukarısı ölümü anımsatacak kadar solgun ve çürüktü. Kurtçuklar için bu beden iştah açıcı bir sofra olabilirdi. Doğadaki hiçbir yılanın sahip olamayacağı kadar büyük olan belden aşağısı insan demeyi mümkün kılmıyordu. Dazlak kafasının ortasında tek bir göz ve içinden kıllar fışkıran iki burun deliği vardı. Ağzından taşan dişler her nefes alışında derisine küçük çizikler atıyordu. Kulaklarının olması gereken yerde birer şekilsiz et parçası vardı. İnsansı görünen kısmı oldukça cılızdı. Ona uzun süre bakacak kadar yürekli biri varsa kemiklerini sayabilirdi. Bu sırada kalp krizi geçirmesi muhtemeldi. Bunun yanında yılanı andıran tarafı oldukça sağlıklı görünüyordu. Pulları parlak, yumuşak yerleri dolgundu. Biçimi doğanın işleyişiyle tezat oluşturan bu varlık kendi içinde de çelişiyordu.


Kimeru soluğunun kesildiğini fark edemeyecek kadar afallamıştı. Beceriksizce alınmış bir parça nefes ciğerlerinde sıkışıp kalmıştı. Gözlerini başka yere çevireceği anda mahvolacağına dair bir his doğdu içinde. Göz kapakları bunu onaylarcasına sonuna kadar açılmıştı. Etrafında olup biteni görmese de hissedebiliyordu. Ren'in uyandığını, omzunun hemen yanında durduğunu bu sayede anlayabilmişti. "Bizi görmemiş olmalı. Duyabildiğini sanmıyorum. O buradan uzaklaşana kadar yerimizden kıpırdamayalım." dedi. Duyamıyor dediği bir yaratıktan bahsederken fısıldaması yüreğindeki korkunun çoktan dallanıp budaklandığını gösteriyordu. Atların çılgınca böğürdüğünü, toynaklarını yere vurduğunu, kaçmak için tepinip durduklarını henüz idrak edebilmişti. O sırada görüş alanına kızıl bir yıldırım girdi. Göğün yeryüzüne kustuğu türevleri gibi ani değildi. Bir sarmaşık misali yavaşça uzuyor, kıvrılıyor, titreşiyor ve kırılıyordu. Gül dalı kadar ince ve kısaydı. Az sonra yanına başkaları eklendi, demet halini aldıktan sonra etrafa yayıldılar. Kimeru sonunda kafasını çevirip hemen yanı başında cereyan eden olaya bakabildi. Cebinde akrep taşıdığını fark eden bir yolcunun şaşkınlığına tutuldu. Ren'in hali ona ikinci darbeyi vurmuştu. Sallanan arabanın içinde hızla ayağa kalkınca dengesini kaybedip yere yuvarlandı.


Ren'in korku ve saygı uyandıran görüntüsü sevecen bir tavır ile iç içeydi hep. Defne yaprağını andıran gözlerine bakmanın ruhu okşayan bir yanı vardı. Ahşap oymacıları ve heykeltıraşların benzerini yapmak için aylarını harcayacağı yüz hatları izlemeye değerdi. Sesi narin kıvrımlar halinde dans ederek hedefine ulaşır, iç gıdıklardı. Ancak bu durum etrafında kızıl yıldırımlar çakarken, sırtından kıvılcımlar boşanırken geçerli değildi. Göz bebekleri kan kırmızısına dönmüştü. Dişleri gıcırdıyor, hırıltılı ve derin nefesler alıyordu. Tırnakları hızla uzarken tutunduğu tahtayı parçalıyordu. Elmacık kemikleri birer boynuz halini alıp derisini yırtarak dışarı çıktı. Kollarındaki kaslar kasılıp belirginleşti. Göğsünden yükselen çatırtılar işlerin kötüye gittiğini haber veriyordu. Her soluğunda açığa çıkan karanlıkla bezeli kızıl buhar onu sarmaladı. Tüm bu acı verici süreçten sonra Ren olduğundan daha heybetli bir halde ayağa kalktı.


Kimeru'nun zihninde kalıp savaşmak gibi bir seçenek yoktu. Ne kendisini umursamadan ilerleyen iki kulaç boyundaki yaratıkla ne de gözlerinin önünde bambaşka bir şekle bürünen Ren ile çarpışacaktı. Çok kısa sürede geldiği konumu bir türlü anlamlandıramıyordu. Kuduran atlardan birine bindikten sonra araba ile at arasındaki ipi kesti. Hayvan birkaç adım attıktan sonra aniden şaha kalkarak büyücüyü üstünden attı. Kimeru sırtının üstüne düştü. Vakit kaybetmeden ayağa kalkıp kaçmak istese de tam o an dizlerinin bağı çözüldü. Ren hemen önünde durmuş ona bakıyordu. Yoğun ve boğucu bir sessizlik büyücünün yakasına yapıştı. Sarsılan yeryüzü onun için bir anlığına sakinliğe kavuştu. Ölümün kıyısında durduğunu, kalbinin korkudan parçalanmak üzere olduğunu hissetti. Ren'in bakışlarında tanıdık hiçbir şey yoktu. Nar gibi kızarmış gözlerinde başka hiçbir renk barınmıyordu. Yaydığı his en az elinde parlamakta olan kılıcı kadar tehditkardı.


Kimeru sonun geldiğini tahmin ederek gözlerini yumdu. Bu keşmekeşte daha fazla görmek ve düşünmek istemiyordu. Ancak işler beklediği gibi gitmedi. Bedeni geçen her saniyeye rağmen hala tek parçaydı. Gözlerini açınca Ren'in insanüstü bir hızla yaratığa doğru koştuğunu gördü. Takip edilmesi çok zordu. Öyle ki aralarındaki elli adımlık mesafe çok kısa sürede kapandı. Yakından bakılabilse bacaklarındaki kasların çılgınca kasılıp gevşediği görülebilirdi. Ren kendi boyu kadar sıçrayıp canavarın kafasıyla aynı hizaya geldi. Yaydığı siyaha bulanmış kızıl buhar gündüzü gölgeledi. Bir tablonun ortasına konmuş yarasaya benziyordu. Deşmek istediği canavar sinek kovarcasına Ren'e eliyle vurdu. Şövalye omzuna darbe alsa da kılıcıyla dört parmağı koparıp atabildi. Parmaklar meşe kütükleri gibi yere düştü. Yaratık uzuvlarından bir kısmını kaybetmenin yasını tutmadan diğer eliyle hamle yaptı. Bu sefer Ren hazırlıksız yakalandı. Top güllesi gibi savrulup bir ağaca çarptı. Kaldırdığı toz, çıkardığı gürültü yaralandığını düşündürtse de aynı anda ayağa kalktı. Hala vahşi ve ölümcül görünüyordu. İkinci saldırısında hedefi yaratığın göğsü oldu. Önüne çıkan yılansı kuyruk ona saldırma fırsatı vermedi. Artık kartal pençesini andıran eliyle kuyruğa tutunarak dengesini sağladı. Hareketleri zekanın getirisinden ziyade içgüdünün sonucu olarak görünüyordu.


Bu sırada büyücü geride kalan son ata binmek üzereydi. Kaçıp kurtulmak, sakinleşmek istiyordu. Getirisi olmayan bir mücadele ona göre değildi. Hele ki gücünün yetmeyeceği bariz olan bir savaşa asla girmezdi. Ancak bir kudret onu kaçmaktan alıkoydu. Omuzlarına karşı konulamaz bir ağırlık bindiğini, zincire vurulduğunu hissetti. Daha sakin düşünebildiğini, adımlarının yavaşladığını fark etti. Korku hala ensesindeydi. Fakat adını koyamadığı bir duygunun elini tutmaktaydı. Cesaret miydi bu? Kimeru cesaretin Sato gibi gözü kara, kısa ömürlü aptallara özgü olduğunu düşünürdü. Cevabı ayaklarının altından kayan bir gölge verdi. Bu gölgeyi nedensizce babasıyla özdeşleştirdi. Hiç düşünmeden atı kaçmasını engelleyen ipten kurtardı. Düşünseydi kendini bu kargaşada kapana kıstıran hamleyi yapmazdı. Ağzından köpükler akan hayvan dört nala koşarken Kimeru arkasından baktı. Tüm bedenini ele geçirmiş olan güç onu arabaya sürükledi. O sırada Kimeru almak zorunda bırakıldığı kararın sebebini anladı. Asası eliyle koymuş gibi önündeydi.


Ren her biri insan kolu kadar uzun ve kalın olan dişlerin menzilindeydi. Isırılmak üzereyken yaratığın yüzünde açtığı bir yarık ile karşılık verdi. Keskin çelik, çürük etleri ve kokuşmuş kanı yere döktü. Aldığı hasar yüzünden çıldıran yaratık kulak kanatan bir çığlık attı. Kuyruğu ise önce sallanarak şövalyeyi devirmiş, ardından kıskıvrak yakalamıştı. Bu sefer doğrudan ağzına götürecekti. Ren kıvranıp duruyor, aynı doğaya sahip olduğunu göstermek için hırlıyordu. Tanrısal bir ses onun yardımına koştu: Kai'moru Va'ad: Sohire Katen. Kimeru'nun emrine boyun eğen ateş bir sur gibi Ren'i korudu. Sarının her tonunu barındıran alevler yaratığın kolunu kör testere gibi iri parçalara ayırdı. Şövalye bedenini sarmalayıp sıkan, kemiklerini birbirine geçiren kuyruk gevşeyince yere düştü.


Yaratık tüm dikkatini ateşin geldiği yere yöneltti. Orada çelimsiz, terli saçları yüzüne yapışmış, korkudan tir tir titreyen bir büyücü duruyordu. Asasını bezlerden kurtarmak için vakit kaybetmemiş, yaptığı ilk büyüyle onları yakıp kül etmişti. Kendisini süzen tek göz ürkmesine sebep olsa da geri adım atmayacaktı. Bunu haykırdığı saldırı büyüsü ile kanıtladı. "Kai'moru Va'ad: Sebas Kuroru" dedi asasıyla üzerine gelmekte olan canavarı göstererek. Havadaki tozlar titreşince yüzlerce kıvılcım ortaya çıktı. Kıvılcımlar birbirini yutarak iki düzine alevi meydana getirdi. Bunlar ıslak çömleğin şekillenmesi gibi birer kuş oldu. Havada spiraller çizerek hedefe uçtular. Canavar ise adeta intikam almak adına yaralı koluyla Kimeru'ya vurmak üzereydi. Ateş yağmuruna tutulmamak için geri çekildi. Demirden yapılmış kadar sağlam olan kuyruğunu iğrenç bedenine siper etti. Doğrudan bir darbe almasa da sıcağın etkisi dahi onu delirtmeye yetti. Böğrüne saplanan kılıç öfkesini başka yere yöneltmesine sebep oldu. Aniden geriye dönünce kuyruğu büyücüyü vurdu. Kimeru sapandan fırlayan çakıl taşı gibi bir kayaya çarptı. Sol kolunun ezildiğini, birkaç kaburgasının kırıldığını yoğun bir acıyla anladı.


Şövalyenin sapladığı kılıç hala canavarın belindeydi. Düşünebilseydi bu insanları hafife almanın hata olduğunu düşünürdü. Maalesef ki bunun için yaratılmamıştı. Ren, daha doğrusu ondan geriye kalanlar, silahını almak için öne atıldı. Kabzayı tutmasıyla yakalanması bir oldu. Tek gözlü garabet kendini kaybetmişti sonunda. Bir kasabın elinden geçmişe benzeyen bedeni nefretle dolup taşıyordu. Kendi yolunda ilerlerken iki sivrisinek onu ısırma cesaretini göstermişti. Bunu affetmeyecekti. Gücünün son kırıntısına kadar kullanarak Ren'i yere vurdu. Ancak öldürmek istediği şövalyenin eli hala silahının kabzasındaydı. Ren son bir gayretle yaratığı ortadan ikiye böldü. İnsan gövdesi bir tarafa yılan kuyruğu başka bir tarafa devrildi. Onlar yere serilirken matem kadar kesin ve keskin bir sessizlik çöktü. O an yeryüzü bin dört yüz senelik mesaisine kısa bir ara vermiş gibiydi. Başladığı gibi ani bitmişti tüm bu kaos. Nefesler bir sonraki harekete kadar tutulmuştu. Kalkmaya kim cesaret edecek, kimin gücü buna yetecekti?


Canavarın şekli bozuk yüzünde birtakım kıpırtılar meydana geldi. Salyalı, uzun ve sarımsı bir dil dişlerin arasından sıyrılarak ortaya çıktı. Bu hayra alamet olmayan et parçası toprağı yalayarak ilerledi. Ren'i çizmesinden yakalayarak sürüklemeye başladı. Dosdoğru kocaman ağza doğru çekiyordu şövalyeyi. Ren çarpmanın etkisiyle bilincini kaybetmişti. Geçen her bir saniye onu yem olmaya yaklaştırıyordu. Dişlerin yanına varınca canavarın ağzı kocaman açıldı. Ren yutulmak üzereydi. Tam o anda kora dönmüş bir çakıl taşı fırlatıldı. Günlerce fırında ısıtılmış kadar sıcak olan taş havayı yararak ilerledi. Ok gibi yaratığın kafasını yarıp geçti. Altmış yaşındaki bir kestane ağacına saplanana kadar hızını kaybetmedi.


Kimeru şaheserine baktı bir süre. Karpuz gibi yardığı kafatasından akan mide bulandırıcı sarımsı kan çimenlerin yeşiline karışıyordu. Ren açılmış ağzın hemen yanında yatıyordu. Şansa bağladığı saldırısı başarılı olmuştu. Olmasaydı ne yapacağını düşünmemişti. Doğrusu umurunda değildi. Her şeyin sonunda ayakta kalan oydu. İlk defa korktuğu bir düşmanını ayaklarının altına alabilmişti. Zafer narası atmadan önce kollarını kaldırdı. Ezilmiş kolunun sancısı solundan vurdu onu. Büyü yaparak kızarttığı taş fırlatılmadan önceki birkaç saniye içinde elini haşlamıştı. Bu acı da gün yüzüne çıkınca titreyerek dizlerinin üzerine düştü. Kollarıyla kendini sarmalayıp düzelmeye çalıştı. Her nefes alışında kırılan kaburgası canını yakıyordu. Kısa süre içinde tıbbi yardım almazsa çok zor günler geçireceği belliydi. Dişlerini ve yumruklarını sıktı. Gücünü toplayarak ayağa kalktı. Birkaç kere yalpalasa da en sonunda dengesini sağlayabildi. Ren'e yaklaşmak istese de adımlarının bir kısmı geriye doğruydu. Şövalyenin etrafındaki buharın yok olduğunu gördü. Bu haliyle tanıdığı Ren'e benzese de elmacık kemiklerinin hala birer boynuz gibi görünmesi korkutucuydu.


O sırada ormanın derinlerinden gelen sesler büyücünün dikkatini çeldi. Gölgelerin arasından belli belirsiz bir bedenin gelmekte olduğunu gördü. Belanın aynı gün içinde ikinci kez çattığını düşündü. Sonra bu bedenin beyaz tenli, siyah saçlı bir erkek çocuğuna ait olduğunu anladı. İşlemeli, beyaz gömleğinin üstüne samur kürkü giymişti. Ayaklarında ayı derisinden potinler vardı. Pantolonu ise süvarilerin giydiği türdendi. Varlıklı bir aileye mensup olduğu ilk bakışta anlaşılabilirdi. Tombul yüzünde tek bir tüy bile yoktu. Kahverengi gözleri etrafı süzüyor, bir şey arıyor gibi görünüyordu. Kimeru çocuğun daha fazla yaklaşmaması, içinde bulunduğu vahşi manzaraya maruz kalmaması için bağırdı.


"Nereden geldiysen oraya dön. Burası sana göre bir yer değil küçüğüm. Başın belaya girebilir. Hemen git buradan!" dedi. Ormanı gözleriyle araştırıp duran çocuk kafasını çevirip büyücüye baktı. Sonra "bela" diye adlandırılan şeyi gördü. Canının sıkıldığını belli eden mırıltılar çıkardı.


"Üzgünüm ama olmam gereken yerdeyim." dedi. Sonra canavarın yanına gitti. Hissiz yüzünde kısa süreli bir hüzün dalgalandı. "Zavallı hizmetkarımı neden öldürdünüz? Kimseyi incitmek gibi bir amacı yoktu. Benim için yer altı sarayı inşa edecekti."


"Tepemin tasını attırmadan çek git buradan! Oyun oynadığımızı mı sanıyorsun? Hem burada ne işin var senin?" diye bağırdı Kimeru. Kaynayıp duran ruhunda tahammül kalmamıştı. Sonra karşısındakinin sadece bir çocuk olduğunu, daha anlayışlı davranması gerektiğini telkin etti kendine. "Bana adını ve yaşadığın yeri söyle. Seni evine götüreyim. Burada kalırsan zarar görebilirsin." dedi sakince.


"Yaşadığım yer dün gece yerle bir edildi. Oraya evim demiyordum zaten. Kim olduğuma gelince..." Birkaç saniye durup düşündü. "Yeni kabuğumun ismini bilmiyorum. O yüzden Elizen Zefir diyeceğim kendime. Bir önceki kabuğumun ismiydi."


Kimeru'nun zihni gemici düğümü misali karman çormandı. Yaşadıklarına sebep ve anlam verme işini daha sonrasına ertelemişti. Anlayamadığı sözleri dinlemek onu yormaya başlamıştı. "Bana bak çocuk. Bir kez daha buradan gitmeni emretmeyeceğim. Canını yakmak istemiyorum. Ancak emin ol ki bunun sınırında duruyorum." dedi. Sinirini zapt etmekte zorlandığı sesine yansımıştı.


"Pekala, gideceğim. Gitmeden önce sana soru sormak istiyorum. Kızıl saçların, kehribar rengi gözlerin var. Demirsancak aşiretindensin değil mi? Şu kayanın yanında duran asa sana ait olmalı." dedikten sonra sinsi bir gülümseme yayıldı yüzüne. Dudaklarını yaladı. "Kimeru Demirsancak ile karşılaşmayı beklemiyordum. Başkentte yaşayan herkesin dilinden düşmeyen meşhur büyücüsün. Barbar ve çapulcu olmak yetmezmiş gibi tarihin en kötü büyücüsü de olmuşsun. Hayatın boyunca dalga konusu olmak nasıl bir duygu? Ah, özür dilerim! Kafatasından şarap içmek, kasaba yağmalamak, çiğ et yemek kadar kötü değildir. Vahşi hayvanlar gibi yaşadığınızdan onurunuz yoktur. Utanmak nedir bilmezsiniz." dedi. Hemen ardından ezici kahkahalar attı.


"Dilini söküp boynuna asarsam asıl barbarlığı görürsün. Seni küçük pislik! Kim olduğunu sanıyorsun ki bilip bilmeden ailem hakkında konuşuyorsun?" diye haykırdı. Dişleri gıcırdıyor, öfkeden kuduruyordu. Yüzü benek benek kızarmıştı. Çocuğu hırpalamak amacıyla öne atılsa da yere devrildi.


"Sakin ol barbar büyücü. Bu halinle bana kafa tutamazsın. Uslu bir köpek ol ve kıçının üstüne otur. Merak etme. Elbet bir gün karşılaşırız." dedi. Sonra ormana doğru yürüyerek ortadan kayboldu.


Kimeru'nun ayağa kalkma girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. İçinde köpürüp duran öfke derisini yırtıp açığa çıkmak istiyordu. Yığılıp kaldığı yeri defalarca kez yumrukladı. Her seferinde bir öncekinden daha ağır küfürler savurdu. Burnundan soluyordu. "Ailemin adını kirleten herkes, benimle alay eden herkes, beni küçümseyen herkes, yeryüzündeki herkes ayaklarıma kapanacak. Size kim olduğumu göstereceğim." diye tısladı. Çıldıran zihni fark etmese bile bedeni acıyla kıvranıyordu. Birkaç dakika sonra bayıldı.