Kurumuş kan kirpiklerini sımsıkı sardığından kehribar rengi gözlerini aralamakta güçlük çekti. Şakaklarında baş gösteren ince sızı kaşlarına kadar inince işi büsbütün zorlaştı. Başarısızlıkla sonuçlanan her denemenin ardından uzun süren bir bekleyiş ile verilen çabanın sorgulanması geliyordu. Galip ayrıldığı savaşın enkazından, kısılıp kaldığı fare kapanından başka göreceği ne vardı? Belki de yarı ölü bir vaziyette, sızlayan kemiklerin eşliğinde uzanmak daha iyi bir seçimdi. Yeterince şanslıysa gün doğumu sırasında ormana akın eden oduncuların yardım elini tutabilirdi. Bu düşünceden sıyrılması uzun sürmedi. Hedeflerin kalın ağlar ördüğü zihninde şans kelimesinin karşılığı yoktu. Aksi takdirde içindeki başarı arzusunun gevşeyeceğini, yaşadığı hezimetlerin sorumluluğundan kaçabileceğini bilirdi. Sinir uçlarını ısırıp duran acının kabarmasına, bendini yıkıp geçen coşkun sular gibi bütün vücuduna yayılmasına izin verdi. Yaşamın bir gereği veya yapı taşı denen acıyı tatmak, ona hayatta olduğunu hissettirdi. En yakın şehrin bir günlük mesafe kadar uzağındayken başka çaresi yoktu. Acıyı tanrı misafiri gibi kabullenecek, atacağı her adımda bu unsuru göz önünde bulunduracaktı. Son bir gayretle gözlerini açtı. Gördüğü ve dikkate değer bulduğu ilk şey kara bulutlarla sıvanmış gökyüzünün sadeliği oldu. Sabahın ilk saatlerinde yaşanan keşmekeşin ardından bu manzara hoşuna gitti. Arı kovanı gibi çalışan zihni gördüklerini hazmederken belli belirsiz bir zevk duydu. Saman alevinden hâllice bir zevkti bu. Başladı ve son buldu. Bir sonraki farkındalığı vaktin gece olduğu üzerineydi. Bolca zaman kaybettiğini düşündürmekten başka bir anlam ifade etmedi bu durum.


Yabani otların arasında rahat edemeyen başını sağa çevirince Ren'in hâlâ baygın olduğunu gördü. Doğrusu içten içe baygın olmasını umuyordu. Ölmüş olabileceği aklına gelse de ilgilenmesi gereken meselenin bu olmadığına karar verdi. Şövalyenin hemen yanında duran yaratık ise şüpheye mahal vermeyecek biçimde ölüydü. Etrafa yayılan berbat koku burun deliklerini haşlayarak, midesini alt üst ederek bunu doğrulamıştı. Leşin üstünde etçil böcekler, kırkayaklar ve solucanlar geziniyordu. Mayışmış eti yarıp geçiyor, açılan deliğin biraz ötesinde tekrar gün yüzüne çıkıyorlardı. Büyücünün zihni bu görüntüyü öğüttükten sonra bir fikir doğurdu. Şüphesiz ki ceset zaman ve doğanın eline teslim edilemeyecek kadar tehlikeli bir izdi. Yol üstündeki ormana uğrayacak bir yolcu sözleriyle halkı galeyana getirebilirdi. Güneydeki şehirleri pençesine alacak taşkınlık beraberinde yoğun bir soruşturma sürecini getirirdi. İpin ucu Kimeru'ya değebilir, boynuna dolanabilirdi. Teptiği yol, sürdüğü araç ve yolculuk tarihleri hem Perjev hem de Alaburun köyü sakinleri tarafından bilinirken daha dikkatli davranmalıydı. Ardında hiçbir şey bırakmamalıydı ki şüpheler içini yiyip bitirmesin. Bitkinliği ve yalnızlığı cesedin cüssesine uygun bir mezar kazmayı imkânsız kılıyordu. Büyüyle küle çevirmenin yapabileceği tek şey olduğuna karar verdi.


Duru aklının sunduğu marifetleri bedeninden ummuyordu. Öyle ki ayağa kalkmak için verdiği uğraşlar sonucu bacaklarının uyuştuğunu anladı. Taşlı zeminde yatmaktan tutulmuş beli de bu sırada kendini belli etti. Kalkıp yürümek kısa vadede umutsuz bir hayal gibi göründü gözüne. Bu sebeple asa ile arasındaki mesafenin bir kısmını sürünerek bir kısmını emekleyerek geçti. Maun ağacından yapılmış sapa parmak uçlarıyla dokunduğu an ruhunun derinlerinde kim olduğunu hatırlatan bir esinti duydu. Öfke ve hırs önce tenini kavurdu, ardından damarlarını kabarttı. Çaresizliğin bunalttığı yüreği kendinden tiksinmesine sebep oldu. Başına örülen çorapları karşı koymadan kabullenmesine ve uysallığına sinirlendi. Yumruğunu kan ile ıslanmış toprağa geçirdi. Ardından ejder başlı dostundan destek alarak ayağa kalktı.


Kararını gerçekleştirmesi ile arasında bir engel vardı. Ren, boylu boyunca cesedin yanında uzanmaktaydı. Dudaklarının arasından çıkacak herhangi bir büyü şüphesiz onu da yaralayacaktı. O sırada bir düşünce beynini bir kemirgen gibi dişlemeye başladı. İçinde dehşet verici bir kabus barındıran şövalyeyi ortadan kaldırmak gerekiyordu. Uyandığı zaman neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Buğday başakları kadar savunmasızken şövalye tarafından biçilmek göz korkutan bir ihtimaldi. Onun yanındayken güvende hissetmeyeceği belliydi. Vicdanıyla hesaplaşacak ve ahlakını sorgulayacak olsa da şövalyeyi yok etmenin doğru karar olduğunu düşündü. Göğsünde adına his denilmeyecek kadar zayıf kıpırtılar baş gösterdi. "Ren'i öldürmek istemiyorum." Bu cümle bir ur gibi kalbine yayıldı. Kendine elle tutulur bir sebep sunmak istese de buna ihtiyacının olmadığına karar verdi. Ren'i omuzlarından tutarak zarar görmeyeceği bir yere sürükledi. Şövalyenin geniş sırtını bir ağaca yaslayana kadar nefes nefese kalmış ve tere bulanmıştı. Attığı her adım bir işkence olsa da ölü yakma merasimine uygun bir yere geçmeyi başardı. Ellerini göğe uzattıktan sonra "Kai'moru Va'ad: Yasohin Fidera" diye mırıldandı. Cesedin hemen üzerinde yumurta şeklinde alevler oluştu. Bunlar birleşerek kıpkırmızı bir halka meydana getirdi. Ateş, yaratığı yuttuktan sonra gürültülü bir patlama oldu. Alevler azalıp sönünce ceset kömürleşmiş bir kütük gibi ortaya çıktı. Kimeru büyüyü karnına saplanan acıya aldırış etmeden tekrarladı. Bu sefer et yanıp kurumuş, kemikler açığa çıkmıştı. İstediği sonuca yaklaştığını anlayınca ciğerlerini hava ile doldurdu ve ve büyüsünü son kez söyledi. Bu sefer amacına ulaşmıştı. Geriye kalanlar büyükçe bir kamp ateşinden farksızdı.


Yel vurmuş bir yaprak gibi yere yığılmaktan gocunmadı. Tatlı bir sıcaklığa sahip olan toprak onu kucakladı. Aklında soru işaretleri olsa da yüreği tüy kadar hafifti. Omzundaki sorumlulukları attıktan sonra gönül rahatlığıyla uzanabilirdi. Aldığı darbeler ve harcadığı büyü gücü onu hırpalamış, hem ruhsal hem de fiziksel olarak yorulmuştu. Düşünmek için güzel bir fırsattı. Çünkü yapabileceği pek bir şey yoktu. "Alaburun köyünü ardımızda bıraktık. Perjev ise yürünemeyecek kadar uzakta. Atlar bizi yüzüstü bırakmamış olsaydı belki bir şansımız olabilirdi. Şu hâlimle onları aramam mümkün değil. Kurt gibi açım ve susadım. Nereden bakıldığı fark etmeksizin berbat bir hâldeyim." diye geçirdi içinden.


"Aslında Büyü Akademisi'ndeki hâlime benziyorum. Penas Timanar'ı kaybetmiş ve ölümden mucize eseri kurtulabilmiştik. Başkentin mütevazı bir evinde, imparatorun bahşettiği cüzi miktarda parayla geçiniyorduk. Geçmişin şaşalı yüzü artık uzak diyardaki bir sevgili gibiydi. Geleceğim ise çözümü meçhul bir düğümdü. Henüz el kadar çocukken aklıma koyduğum büyücü olma hayalini gerçekleştirmek için akademiye yazıldım. Orada kaldığım süre boyunca alaycı bakışların ve yadırgayıcı sözlerin menzilindeydim. Cahil ve kaba diye adlandırılan Demirsancak aşiretinden bir çocuk, kraliyetin en ışıltılı üyelerinin yer aldığı okulda eğitim görecek; onlarla aynı masada oturacak ve aynı yemeği yiyecekti. Rezil olmamak adına ne kadar çabaladığımı tanrı biliyor sadece."

Beceriksiz bir kahkaha attı. "Bazen sırf eziyet çekmem için cübbemi saklar, yemeğimi döker, odama böcek ve fare bırakırlardı. Onlara cevabı başarılarımla vermek istesem de bu konuda iyi değildim. Şimdiyle kıyaslarsam o zamanlar daha aciz olduğumu söyleyebilirim."


Kimeru'nun anıları zincirinden boşanmış bir boğa gibi saldırsa da başının üstünde sallanan gaz lambası dikkatini gerçek dünyaya çekti. Göğsüne kadar uzanan kırçıl sakalından, mercimek kadar küçük gözlerinden tanıdığı üzere bu Alaburun köyünün yaşlısıydı. "Yardım etmemi ister misin genç adam?" diye sordu tütün içmekten çatallaşmış sesiyle. Kimeru alaycı bir tavırla "Sence hayır diyecek durumda mıyım?" diye yanıtladı. İhtiyar, kollarını büyücüye dolayarak onu ayağa kaldırdı. Yürüyecek hâlde olmadığını anlayınca büyücüye koltuk değneği oldu. "Ne olmuş burada? İkiniz de kayanın altında kalmış gibisiniz." diye sordu hayretini saklayamayarak. Kimeru bilincini yitirecek dahi olsa gerçeği söylememesi gerektiği konusunda emindi. Çevresine şöyle bir göz atıp makul bir açıklama uydurdu. "Buradan geçerken bir yıldırım önümüze düştü. Vurduğu ağaç gürültüyle devrilince korkan atlar ipini koparıp kaçtı. Sonrası gördüğün gibi." dedi. Hikâyesindeki bir günlük açığın fark edilmemesini umdu.


"Kömür almak için Sarkin kasabasına gidiyordum. Ancak sizi bu hâlde bırakmayı içime sindiremem. Köye dönüp sizin için yardım çağıracağım. İsyankâr olarak dağları, ormanları arşınladığım yıllarda şifalı otların nasıl kullanılması gerektiğini öğrendim. Evimde geçireceğiniz birkaç günün ardından sapasağlam olursunuz." dedi, büyücüyü Ren'in yanına bırakırken.


"Köylüleri buraya yığmanı istemiyorum. Kimseyi yatağından kaldırmaya, ortalığı velveleye vermeye gerek yok. Bana sadece iki at, bolca yemek ve su getirmen yeterlidir. Daha sonra yolumuza devam edeceğiz." İhtiyarın tereddüt dolu gözlerini fark edince "Merak etme, göründüğümüz kadar kötü hâlde değiliz." dedi adamı yatıştırmak için. O koşar adımlarla uzaklaşırken sözlerini "Daha beteriz." diyerek tamamladı. Çıkacağı bir günlük yolculuğa dayanması zor görünse de başka seçeneğinin olmadığını biliyordu. Teklifi kabul edip köye dönerse gereken tıbbi müdahaleyi göremeyeceğini, üstüne üstlük zaman kaybedeceğini biliyordu. Ayrıca ihtiyarın çağıracağı insanlardan biri hasbelkader keskin bir buruna, şahin gözlere ve iyi işleyen bir akla sahipse işin içinde bir bit yeniği olduğunu fark edebilirdi. Başına gelenler inanılmayacak kadar abes, anlatılmayacak kadar çetrefilliydi. Ne kadar az görgü tanığı olursa bu davanın içinden sıyrılmasının o kadar kolay olacağını düşündü. İhtiyarın ağzını cazip bir ödülle kapatırsa ardında düşünmesi gereken bir ihtimal kalmayacaktı. Verdiği kararın doğruluğunu tasdiklerken ve kendi kendini alkışlarken uykuya daldı.


Gün ışırken at kişnemeleri ve yaşlı adamın endişe saçan sesiyle bağırışları yüzünden uyandı. Duyduğu ilk şey "Tanrıya şükür! Birkaç sefer seslendim ama duymadın. Öldüğünü düşünmeye başlamıştım." oldu. Kimeru "Seslenerek birini hayata döndüremeyeceğini biliyor olmalısın. Umarım kalp atışı dinlemek ve nabza bakmak gibi kontrol yöntemlerini biliyorsundur." dedi ve hemen ardından pişman oldu. Şükran duyması gerekirken iğneleyici cevaplar vermesini ayıp buldu. Fakat özür dilemeye de gönlü yoktu. "Neyse, söylediklerimi getirdin mi bari?" diye ayıbını örtemeye yeltendi. İhtiyar parmağıyla arabayı işaret ederek "Atları bağladım. Bu sefer koşum takımını bizzat gözden geçirdim. Kaçmalarına imkân yok. Yemek ve suyu da bir kenara koydum." dedi. Gücendiğini belli ediyordu. Kimeru bir hediye vermesi gereken zamanın geldiğini düşündü.


"Teşekkür ederim. Daha önce sormak aklıma gelmedi. Adın nedir?" diye sordu Kimeru. '’Saluder'’ yanıtını alınca devam etti. "Köyü çevreleyen dağların kalbinde, oldukça derinlerde demir cevherinin bulunması gerekiyor. Çıkarması zahmetli ama geliri yağlıdır. Hata payı bırakmıyorum ancak olur da ulaşamazsanız sakın üzülmeyin. Kuzeydoğu yönünde, bir fersah ötenizde taş kömürü yatağı var. Güneyin berbat iklimi ve yolları yüzünden orası kendi kaderine bırakıldı. Kesenizi şişirmese de karnınızı doyuracak kadar para eder. Köydeki gençleri miskinlikten kurtarmalı, örgütlemeli ve kazma küreğe sarılmalısın. Başının ağrımasını istemiyorsan devlete haracını zamanında ve gerektiği kadarıyla ödemen gerekiyor. Eşkıyanın baskınına karşın paralı asker kiralamazsan bir gün dımdızlak kalacağını aklında bulundur. Tavsiyelerimi harfiyen uygularsan iki yıl sonra seni Alaburun Kontu Saluder olarak görebiliriz." dedi.


"Dediklerinde ciddi misin? Benimle alay etmiyorsun değil mi?" diye heyecanla öne atıldı Saluder.


"Nefesimi boşa harcayacak durumda değilim. Halk uğruna ağaran saç insana yakışan en güzel kıyafettir, derdi babam. Bilgelikten şaşmaman, halkın yararını gözetmen sana son tavsiyemdir. Böylece vedalaşma vakti geldi."


Saluder içinde kaynayıp duran umut ve heyecan seli sayesinde adeta gençleşmişti. Daha şimdiden hayaller kurmaya başlamıştı. Kimeru ile birlikte Ren'i arabaya taşırken bir yandan da "Alaburun Kontu Saluder" sözünü tekrarlıyordu. Yüzünde binlerce duygunun rengi dolanıyordu. Kimeru atların dizginini elini alınca buğulu gözlerini ona çevirdi. "Efendim sizden..." duraksadı. Konuşup konuşmamak konusunda kararsızdı. Sanki bir kelime daha ederse tüm büyü bozulacaktı. Onun için uzun süren, büyücünün umursamadığı bir bekleyişin ardından gücünü toplayıp konuştu. "Sizden son bir iyilik isteyebilir miyim? Alaburun ismi, demirkar mevsimin en şiddetli döneminde yakacak bulamadığı için soğuktan kızaran köylüleri gören bir memur tarafından verildi. Onların bu aşağılayıcı isimle anılmasını istemiyorum. Bize uygun bir isim verebilir misiniz?"


"Bakıyorum da şimdiden havaya girmişsin. Bunu sevdim." dedi içten ve sıcak bir gülümseyişle. Sonra annesinden devraldığı o asil ifadeyi yerleştirdi yüzüne. Elini ordusuna emir veren bir komutan gibi havaya kaldırdı. "Ben Penas Timanar'ın meşru hükümdarı, doğumu şerefli zaferlerle müjdelenmiş, Kyrean nehrinin suyuyla kutsanmış, Demirsancak aşiretinin ferdi Kimeru olarak seni Lavendia Kontu Saluder adıyla selamlıyorum! Tanrının gölgesi üzerinden ayrılmasın. İdaren adalet ve erdemin altın yaprakları ile süslensin." dedi ve ardından kırbacını gürbüz atların sırtında şaklattı.