Güneşin yeryüzüne bahşettiği ışığın parıldattığı gümüş koşum takımları iki ata bağlanmıştı. Uzun bir yolculuğu göğüsleyebilsin diye özenle seçilmiş bu süt rengi gürbüz atlar, tıpkı koşum takımları gibi kasabanın bir hediyesiydi. Köknar ağacından yapılmış vagonu yenice yağlanmıştı. Vagonun üzeri bir ejderhanın çevrelediği ağaç motifiyle süslenen perdeyle örtülmüştü. Bu motif bir bayrağın üzerine de işlenmiş, kasabanın girişine lordun flamasıyla birlikte asılmıştı. Kurtarıcı olarak gördükleri iki kahramanı sonsuza kadar hatırlatacak bu bayrak esen meltemin etkisiyle usulca dalgalanıyordu. Kurtuluşun doğurduğu mutluluğa vedanın acı tadı karışmıştı. Sato kendisini uğurlamaya gelen ahaliyle tokalaşıyor, sarılmak isteyenleri kırmıyor, kalıcı huzura kavuşmasını temenni ettiği kasabaya veda ediyordu. Bu sırada Kimeru yol hazırlıklarını sona erdirmek üzereydi. Kan ve terlerinin karşılığında kazandıkları bir sandık dolusu altın parayı arabanın köşesine iliştirmiş, yanına yol için erzak ve kalan yere zor da olsa sığan bir yatak koymuştu. Bir hafta kadar sürecek yolculuğun mümkün olduğu kadar rahat geçmesi için kasabalılar elinden gelenin fazlasını yapmıştı. Kimeru birkaç günlük dinlenme sürecinde kaybettiği büyü gücünü toparlayabilmişti. Daha fazla vakit kaybetmeden yeni bir mücadeleye atılmaya, daha doğrusu hedefinin peşinden koşmaya hem bedenen hem de zihinsel olarak hazırdı. Misaki'nin ona verdiği bir tomar parşömeni yakın zamanda çıkarmayı düşünmediği kaşif ceketinin cebine sıkıştırmıştı. Genç lordun dediğine göre yerini, geçmişini ve mevcut halini tespit ettirdiği bir ruh sahibinin bütün bilgileri bu parşömene yazılmıştı. Amaçlara yönelik bilginin bir hazineden daha kıymetli olduğunu düşünen büyücü, Misaki'nin bu hediyesi sayesinde emeğinin boşa gitmediğine emin oldu.


Sato ayrılık çanlarının çaldığını düşünerek eski dostu ile birkaç günden ibaret olsa da güzel vakit geçirdiği Livien'in yanına gitti. "Fedakarlığın karşısında edeceğim bütün teşekkürler yetersiz kalacaktır. Bu yardımını hiçbir zaman unutmayacağım. Bir gün zor durumda kalırsan bütün imkanlarımla yanında olacağımı bilmelisin. Lort Misaki olarak değil beraber peynir ekmek yediğin, omuz omuza savaştığın dostun olarak söz veriyorum." dedi Misaki tokalaşırken. Kayınpederinin malikanesinde istirahatte olan çocuğunu görmek, karısıyla sevincini paylaşmak için sabırsızlanıyordu. Bunu sağlayan Sato'ya duyduğu minnet tarif edilemezdi. Livien ise ilk olarak elini uzatmış, hemen sonra bundan vazgeçip kimsenin beklemediği üzere genç keşişe sarılmıştı. Bir sonraki buluşmanın belirsizliği Livien'i buna sevk etmişti. Ne de olsa kaybedecek bir şeyi yoktu. Sato kasabanın diğer sakinlerinden ayırmaksızın Livien'in bu veda şekline de karşılık verdi. Misaki'nin şaşkınlığına, büyücünün haylazca gülümsemesine neden olan bu sarılmanın ardından Livien sesine yansıyan bir utangaç bir tavırla konuştu. "Maceracı olduğun için sana yazacağım mektupları yollayabileceğim bir adresin yok. Fakat bütün ulaklar istediğin zaman, her şehirden bu şatoya mektup taşır. Senin hakkında meraklanmama izin verme, lütfen." Sato içten bir gülümsemeyle mutlaka yazacağına dair söz verdi.


Kararmış yüreklere umut ve mutluluk serpmenin, hayat kurtarmanın getirdiği haklı gururu taşıyan iki arkadaş yola koyuldu. Yuların şaklamasının ardından şaha kalkıp ilerlemeye başlayan atlar onları tezahüratlar eşliğinde kasabadan çıkardı. Kimeru'nun yönlendirmesiyle at arabası Erravan yolunu tuttu. Yetişilmesi gereken bir yerin olmaması tatlı bir yolculuğu beraberinde getirirdi. Atları yormadan, gümüşnar mevsiminin habercisi serin esintileri hissederek Perjev'e, Buzlu Balık hanına dönüyorlardı. Kimeru dirseğiyle yanında oturmakta olan keşişi dürttü. "Senden hoşlandığının farkındasın, değil mi?" diye sordu. Sato'nun anlam veremeyen bakışlarını görünce "Livien'den bahsediyorum. Şu gönül işlerinden pek anlamasam da duygularına yenilen insanları ilk bakışta tanırım. Zavallı kız sana abayı yakmış olmalı." diye ekledi. Havadan sudan sohbetlerin bir zaman sonra tatsızlaşacağını düşünüyordu. Bu yüzden Sato ile uğraşmaya erkenden başlamıştı.


"Abartmasan olmazdı, değil mi? Livien altı üstü vedalaşmak için sarıldı. Bunda şaşılacak ne var ki?" dedi Sato. Kimeru'nun anlamam dediği gönül işleri genç keşiş için de yabancıydı. Çocukluğuna izini bırakan aşkın üzerine bir başkası gelmemişti. Durulmak bilmeyen bir mücadelenin içinde savrulmak Sato'yu sıradan zevklerin ekseninden uzaklaştırmıştı. Bir suçlunun ensesine çöktükten sonra bir başkasını kovalamakla geçirmişti yıllarını. Tehlikenin göbeğinde cirit atıp durmuştu. Yatağında huzur içinde ölemeyeceğini biliyordu. Bütün acılara son verecek nihai savaşta çarpışırken öleceğini hayal ediyordu. Bu yüzden ölümünü bir ömür ur gibi sırtında taşıyacak insanlar bırakmak istemiyordu ardında. Buğday başaklarını titreten cılız bir rüzgar gibi göçüp gitmek istiyordu Sato Rüzgarkıran.


"Haklısın, sıradan bir durum kesinlikle." dedi Kimeru alaycı bir ciddiyetle. "Mektup yollamaya kararlıysan bir kenarına şiir eklemeyi unutma. Ozanlarınki kadar etkileyici dizeler döktürmeni kimse senden beklemez. Samimiyetini ve sevgini hissettirmen yeterli olacaktır. Lordun dediğinin aksine Livien ince ruhlu birine benziyor. Şiirden hoşlandığına dair bahse girebilirim." dedi. Sato'yu ikna etme çabasından geri adım atmıyor, keşişin kızarıp bozaran yüzünü, sıkılgan tavırlarını izledikçe keyifleniyordu.


Bu sırada Erravan'ın kıyısından geçmekteydiler. İhtişamlı şehrin ayaklarına kadar serilen altı fersahlık yolun üzeri telaşlı bir sevkiyata sahne oluyordu. Kuvvetli öküzlerin çektiği yük arabaları büyük bir hazırlığın haberini veriyordu dışarıdan bakanlara. Tepeleme yiyecek doldurulmuş kasaların, yüzlerce şişe şarabın, havai fişeklerin, bayrakların, kostümlerin taşındığı görülüyordu. Etrafta koşuşturmaktan ötürü ter içinde kalan çaylak askerler azarlanmalarına neden olacak herhangi bir sorunun doğmaması için çırpınıyordu. Bazen korumalar eşliğinde ilerleyen tahtırevanlar için yol açılıyor, ardından bütün hareketlilik kaldığı yerden devam ediyordu. Arkadaşının şakalarından sıkılan genç keşiş yaklaşmakta olan festivalden bahsetmek istedi.


"Eğlenmeyi hak etmedik mi sence Kimeru? Kan, ter ve gözyaşıyla haşır neşir olmaktan ötürü çok yoruldum. Yolculuğumuza ilk günkü hevesle devam edebilmek için biraz rahatlamak gerekiyor." dedi Sato. Aetir'in sakinleriyle geçirdiği günlerde soluklanacak vakti bile zor bulmuştu. Arkadaşlarını savaş meydanının hengamesi içinde değil kendilerini kaybedercesine ettikleri dansların, onlarca çeşit yemeğin ve içkinin bulunacağı ziyafetlerin, cıvıl cıvıl geçit törenlerinin, kısa süreliğine de olsa tüm dertleri unutturacak kadar çocuksu oyunların içinde görmek istiyordu. Ustası Gandesur keşişler arasında yaygın olmayan bir biçimde eğlenceyi seven biriydi. Hatalarla berkitilmiş bilgeliği ona ağırbaşlılık katmış olsa da hayatın nimetlerinden faydalanmayı bilirdi. Reksa'nın komşu şehri Temalin'de yapılan hiçbir festivali kaçırmazdı. Sato'yu beraberinde götürdüğü her festivalde birkaç gün boyunca eğlencenin tadını çıkarır, yalnız gittiği zamanlardaysa çok geçmeden geri dönerdi. Öğrencisiyle geçirdiği vakitleri daha çok sevdiği aşikardı.


"Bir araya geldiğimizde ben de aynı konudan bahsetmeyi düşünüyordum. Bu fırsatı kaçırırsak hanlarda kafayı çekmekten başka bir keyfimiz kalmaz. Perjev'deki işlerimizi tamamladıktan sonra geç kalmadan katılalım festivale." dedi Kimeru. Onun da nedenine zar zor vakıf olduğu savaşlardan sıdkı sıyrılmıştı. Perjev'deyken babasının emriyle düzenlenen karnavalların yerini tutmayacak olsa da Erravan Gümüşnar Festivali sunduğu eğlence ile akılda kalıcı olacaktı. Hiç şüphesiz kısa süreliğine de olsa sonu meçhul kovalamacalardan uzak kalacak, aklındaki harabelerin temizlenip ferahlamasını sağlayacaktı. Temiz havanın okşadığı yüzü özlem saçan bir gülümsemeyle kıvrılan Kimeru farkında olmadan memleketinin bir şarkısını mırıldanmaya başladı. Az sonra bu mırıltılar yavaşça sönerek yok oldu.


Umutsuzluğa düşen garibanları peşinde sürükleyen ruh söylentisi, merkezden uzak köylerde çıkan isyanlar, doğuya ilerledikçe şiddetlenen kıtlık, haydutların acımasızca gerçekleştirdiği kıyımlar Kabokam halkını kolayca atlatılmayacak kadar ağır bir buhrana sürüklemişti. Doğanın sık ormanlar, aşılması zor dağlar ile çevrelediği Perjev gibi kentlere veya ülkeyi her açıdan besleyen Erravan gibi büyük şehirlere yerleşecek kadar şanslı olmayan halkın hali vahimdi. Sato gibi hassas bir kalbe sahip olanlar yeryüzünün öteki ucunda kırılan bir dalı dahi kendi sorumluluğunda görür, hüzünlenirdi. Bu yüzden kısa süreliğine de olsa mutlu olmak onlar için çok kıymetliydi. Sato ve Kimeru yaşanan garip olayları zihinlerinin üst rafına yerleştirip sıradan şeylerin sohbetini ederek yol teptiler.


Erravan'ın ovalarını geçtikten sonra yarım fersahlık yer işgal eden bir fıstıkçamı ormanına vardılar. Ağaçların tek sıra halinde kesilmesiyle oluşturulan yolu aştıkları zaman buram buram tavşan yahnisi kokan bir hanla karşılaştılar. Ara sıra uğrayan yolcular sayesinde geçimini sağlayan bu handa geceyi geçirmeye karar verdiler. Büyük şehirlerin tantanasından usanınca soluğu bu sakin ormanın kıyısında almış bir karı kocanın işlettiği bu han onlara aile sıcaklığını hissettirmişti. Ellilerini devirmiş bu çift ağırladıkları gençlerin hayat hikayelerini özet halinde de olsa dinlemiş, kendi geçmişlerinden dem vurarak öğüt vermeyi ihmal etmemişti. Ertesi sabah iyice dinlenmiş olarak uyanan genç keşiş ile büyücü kahvaltının ardından ormanda kısa bir yürüyüşe çıkmış, hemen sonra bolca bahşiş bırakarak yola koyulmuşlardı Cömertliklerinde kazandıkları paranın bolluğu etkili olmuştu. Ne de olsa Lort Misaki elini korkak alıştırmamıştı ödül vermek konusunda. Bunu kovalayan birkaç gün atların kişnemeleriyle, tahta tekerleğin ara sıra takıldığı taşların etkisiyle tıkırdamasıyla, sefertasına daldırılan çatal kaşıkla, çoğu Sato tarafından söylenen şarkılarla geçti. Perjev'in göğe saplanan kara bir mızrağı andıran manzarası ortaya çıktığı zaman yolculukları çoktan bir haftayı bulmuştu.


Güneş su almış bir sandal gibi çaresizce batmaktayken göğü hüzünlü bir kızıla boyamış, yaprakları hışırdatan rüzgar uğultulu bir ezgi yaratmıştı. Şehrin üzerinde turlayan kartalların gözcülüğünde ana kapıdan girdiler. Buzlu Balık hanının misafirlerine gülümseyen tabelası ile bir varilin üzerine oturmuş piposunu tüttüren Hikan onları karşıladı. Hikan arkadaşlarının gıcır gıcır at arabası, arabanın içinde bir sandık dolusu altın ile dönmüş olduğu maceranın güzel geçtiğini tahmin edebiliyordu. Fakat bu maceranın ayaküstü konuşmalar sırasında harcanmaması gerektiğinin de farkındaydı. Bu yüzden hikaye gecenin sonuna saklandı. Alışılagelmiş selamlaşmaların ardından el birliğiyle ganimeti üst kata taşıdılar. Sato at arabasını şehrin girişine inşa edilmiş ahırın seyisine emanet etti. Yeniden bir araya gelmeleri Ren'in de yanlarında olmasıyla mümkün olacaktı. Sato'nun sorusu üzerine Hikan eski şövalyenin bahçede oturmakta olduğunu söyledi. Birlikte Perjev'in en özel yerine, kurucu ailenin konağının birkaç adım ötesine dikilmiş bahçeye doğru yürüdüler. Şehrin hamuruna karışmış çelik ve kana rağmen bu bahçe güzel sıfatını her köşesinde yaşatırdı. Meyve ağaçlarıyla sınırları belirlenmiş bahçenin ortasında bir çeşme, onlarca çiçeğin büyümesine elverişli taştan saksılar, marangozların özenle oyduğu kütükten tabureler vardı. Mermer ile örtülmemiş toprağın üzerindeki çimen düzenli olarak biçilirdi. Kokusu dört bir yana yayıldığından insanın için huzurla doldururdu.


Demirkar mevsiminin veda etmekte olduğu bu dönemde çiçeklerin yeniden doğuşu herkesin gönlüne bir ferahlık salmıştı. Doğanın tazelendiğini haber veren hoş kokular son derece cezbediciydi. Bu yüzden karanlık çökmekte olsa da burası oldukça kalabalıktı. Fakat kalabalığın içinde tanıdık ve özlenen bir sima öne çıkıyordu. Ren sırtını dayadığı ağacın altında pek çok ressamın tuvale yansıtmak isteyeceği kadar hoş bir görüntü arz ediyordu. Topuklarına kadar uzanan bembeyaz bir entari giymiş, omuzlarına lale desenli bir şal atmıştı. Aetir'in o berbat havasından uzak kaldığı birkaç haftada ruhu kısmen temizlenmiş, sağlığı iyiden iyiye düzelmişti. Henüz onları fark etmemiş olsa gerek ki Sato'nun yanına kadar sokulduğundan habersizdi. Kavuşmanın getirdiği mutlulukla sesi cıvıl cıvıl olan keşiş onu dalgınlığından kurtardı. İlk bakışta tanıyamamaktan ötürü mahcup olsa da onları sıcacık bir gülümsemeyle selamladı. Ayağa kalktıktan sonra keşişe ve büyücüye sımsıkı sarıldı. Sato'ya denk olan cüssesi Kimeru'nun bodurluğuyla kıyaslanınca kudretli bir dağı anımsatıyordu.


Yeniden bir araya gelen dört arkadaş hana doğru yollandı. Birkaç dakikalık yürüyüş sırasında sessizliğin rahatını kaçırmayıp sadece esintileri dinlemekle yetindiler. Yalnız kısa bir anlığına genç büyücü Hikan'ı kolundan yakalayarak grubun biraz gerisine çekti. "Sato'nun yokluğunun bir faydasını gördün mü bari? Ren'i eski haline getirmekte başarılı oldun mu?" diye sordu fısıldayarak. Eski şövalyenin cinnet halinin akıl bulandıran ve göz korkutan bir tehdit olması onun için önlem alınması gereken bir durumdu. Fakat saklamaya çalışmadığı dostane bir merak sesine yansımıştı. Aynı gayeyi güttüğü için yol arkadaşlığı ettiği bu insanlara değer vermeye başlamış mıydı? Bu soruya cevap vermenin zamanı Kimeru için bile gelmemişti.


"İlk bakışta anlaşılacağı gibi eskisinden bile iyi durumda. Aetir'den uzak kalmak mı yoksa keşişin ilahi kaynaktan beslenmiş ruhu mu yardımcı oldu bilemem ama Ren'in yavaş da olsa iyileştiğini görebiliyorum." diye cevapladı Hikan. Gerçekten de şövalyenin uyanışını takip eden birkaç gün çok eziyet çekse de hafta dolmadan Ren ferahlığa kavuşmuştu. Hikan'ın çok nadiren görülen rahat tavırları, şakaya müsait hallerinin sebebi de buydu.


Hana varıldığı zaman Sato davetsiz kulak misafirlerinden uzak kalacakları, sakin bir masayı oturmak için seçti. Masanın etrafına yerleştikten sonraki birkaç saniyeyi Ren'e iyileşmesini kutlayan sevgi dolu bakışlar, gülümseyişler armağan ederek geçirdi. Sato hislerine ket vurmayan, olduğu gibi ortalığa saçan biriydi. Bu hususta aralarında tam bir uyumun görüldüğü şövalye ile iyi anlaşmasının da sebebi buydu. Yahni, haşlanmış patates, kızarmış tavuk, ekmek ve şarap, Kimeru'nun ısrarı üzerine bolca şarap, ısmarlandıktan sonra hem sohbet hem de yemek faslı başlamış oldu. "Yüzünüzde başarının izleri rahatça okunabiliyor. Okuyamayanlar için odadaki sandık yeterli bir kanıt olacaktır. Anlatın bakalım, bizsiz neler yaptınız?" diye sordu Hikan bir kaşık dolusu yahniyi ağzına atmadan önce. Keşiş, hikayenin başlangıcı olarak eski dostu Misaki ile geçirdiği manastır zamanlarını belirledi. İyi bir gözlemci olan Kimeru kasabaya vardıktan sonraki kısımdan itibaren hikayeyi devraldı. Ren bu maceranın detaylarını edinmek için sorular soruyor, ara sıra hayretle dudak büküyor, yaratığa karşı verdikleri mücadeleyi dinlerken heyecanlanıyordu. En sonunda etkileyici bir tiyatro izlemiş gibi alkışladı. Sıra keşişin merakını yatıştırmaya geldi ve Hikan ayrı geçirdikleri zamanın bir özetini geçti. Şehrin ve doğanın nimetlerinden faydalanarak günlerini keyifli kılmışlardı. Hikan ayrıca Binbaşı Utarit'in ilgisini ve dikkatini her zaman üzerlerinde hissettiğini de ifade etti. Binbaşı, Sato'nun yokluğunda onların rahat edebilmesi için bütün imkanlarını seferber etmişti. Hikan sözlerini bitirirken "Güzel günler geçirdik ama sizin kahramanlık hikayenizle kıyaslayınca çok sönük kalıyor." diye ekledi. Karınlarını güzelce doyurmuşlar, kirli kap kacaklar masadan kaldırılmıştı. Şimdi çakırkeyif bir halde şarap yudumluyor, pencerelerin kenarlarından sızan serin havanın tadını çıkarıyorlardı.


"Kasabadan ayrılırken gördüğümüz izzet ikram gerçekten de kahraman gibi hissettirdi. Gandesur beni o halde görseydi eminim ki gururlanırdı. O huysuz ihtiyar şu an ne yapıyordur acaba? Onu özleyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi." dedi Sato gülümseyerek. Masanın bir kenarına ayaklarını uzatarak iyice gerindi.


"Seninle tanıştığımız günden beri Gandesur ismi ağzından düşmüyor. Bu ünlü keşişin kim olduğunu anlatmanın vakti geldi de geçiyor. Nedir bu adamı bu kadar anlatılmaya değer kılan? Manastırın en güçlüsü müdür, en akıllısı mı, en bilgesi mi? Anlat bakalım." dedi Kimeru.


"Gandesur'u tanımlarken kullanacağım sıfatların neredeyse hiçbiri 'en' ile başlamıyor. Akıl ve erdem konusunda Üstat Gonsijin'in eline yeryüzündeki hiç kimse su dökemez. Ingra'nın şüpheye düştüğü meselelerde ona danıştığı dahi söylenir. Savaşın bütün inceliklerine hakim olmak, gücün sınırlarının ötesine geçmek konusunda Usta Gizara'nın adını anmak gerek. Kangiri Lejyonunun ve Şövalye Birliği'nin gözünü korkutan bizzat ve yalnızca odur. Usta Kitaro ise duanın doğasını çözmüş, düşünsel her alanda söyleyecek çok söze sahip birisidir. İnce tabiatının ve narin görüntüsünün aksine onun da savaş konusunda Usta Gizara ile birlikte anılması gerekir. Gandesur'un bu andığım kişilerin yanında sıradan bir keşişten farkı yoktur. Onun değeri her ölümlü gibi düştüğü hatalardan ders çıkarmasından, yaşamını herkese örnek olacak şekilde yaşamasından, insanları düştüğü çukurdan çıkarmak için gecesini gündüze katarak çalışmasından geliyor. Beni ölümün pençesinden kurtarıp hayata tutunmamı sağlayacak bir dal uzatan odur. Üzerinden bir asır geçse dahi unutamayacağım biri o." diyen Sato önce arkadaşlarını süzdü, ardından bardağında kalan şarabı bir yudumda bitirdi. Hancıya maşrapaları yenilemesi konusunda işaret ettikten sonra sözüne devam etti.


"Bu sözlerimin havada kalmaması için bir hikaye anlatayım en iyisi. 'Bir Kahramanın Çöküşü ve Dirilişi' diye adlandıralım bu hikayeyi. Hafiften sarhoş olmaya başladığımdan daha iyisini bulamadım şimdilik." diyen Sato'nun sözünü elindeki tepsiyle gelip dört maşrapa şarabı masanın üstüne bırakan hancı kesti. "Bence gayet hoş bir isim, genç adam." dedikten sonra onları yalnız bıraktı. Sato onu başını sallayarak onayladı ve devam etti. "Babası manastırın lideri olduğu için büyük beklentilerle karşılanan bir çocuğun hikayesi bu. Onu doğururken çok kan kaybeden annesi oğlunu kucağına aldıktan kısa süre sonra hayata gözlerini yumdu. Gonsijin yas tutmayı bile erteleyerek oğlunu yetiştirmeye kendini verdi. Ve onu bir 'hediye' olarak gördüğü için adını Gandesur koydu. Omuzlarındaki sürüsüyle sorumluluğa aldırmadan, yalnız başına oğlunu her an solabilecek narin bir çiçek gibi özenle ve sevgiyle yetiştirdi. Gandesur ise uslanmak bilmez, zapt edilmesi güç bir çocuktu. İnsanı çıldırtacak kadar haşarı, ele avuca sığmaz bir çocuk olarak etrafındakileri bezdirirdi. Ve bu durum onun yaşı kemale erince takınacağı tavrın bir habercisiydi. Gandesur genç bir adam olunca manastırın duvarları ona yetmez oldu. Ustası Kitaro ile sık sık devriyeye çıkar, Reksa'nın sarp dağlarında ve geniş ormanlarında, Temalin'in uçsuz bucaksız ovalarında günlerini geçirirdi. Gizlenmek konusundaki yeteneğini kullanarak izini kaybettirip haftalar boyunca ortalarda görünmediği olurdu. Sırf manastırdan uzak kalabilmek için en tehlikeli görevlere atılırdı. Ona doğumunda kaybettiği, bir kez olsun göremediği annesini anımsatan manastırı da şehri de sevmezdi. Gülümsediği pek az görülmekle birlikte mutluluğuna şahit olan kimse yoktu."


Sato şarapla dolu ahşap bardağın yarısına varıncaya kadar içti. Dudaklarında kalanı elinin tersiyle sildikten sonra hikayesine devam etti. "Ve bir gün herkesin beklediği ancak hiç kimsenin önlem alamadığı olay gerçekleşti. Gandesur bir gece yarısı ardında hiçbir iz bırakmadan manastırdan kaçtı. Size dediğim gibi o gözükmek istemediği zaman kimsenin onu görmesine izin vermezdi. Peşine düşen babası bile onu bulamadı. Gandesur gizli saklı teptiği uzun yolun soluğunu Hepermiyon'da aldı. Orada serkeşliğinin ve umutsuzluğunun seline kapılarak gün geçirmeye, vakit öldürmeye dayalı bir hayata başladı. Gündüzleri karanlığa gömülmüş mahzenlerde afyon, esrar ve alkolle kendinden geçti, gecelerini köhne hanların üst katlarında hayat kadınlarıyla birlikte geçirdi. Bu amaçtan yoksun hayatı sürdürebilmek için ara sıra çapulculuk, orduda paralı askerlik yaptığı gibi sadece en yakınlarına bahsettiği üzere siyasi suikastlara bulaştı. Bu sürecin sonucunda bedeni kurtlu bir meyve gibi çürüdü, aklı çamurlu sular gibi bulandı, ruhundaki iyilik ve doğruluk izleri silinme noktasına geldi. Ara sokaklarda sızıp kaldığı, olur olmadık yerlerde kendini kaybettiği görüldü. Elinin tersiyle canından edebileceği gardiyanlardan dahi dayak yediği oldu. Onu görenler keskin bir iğrenmeyle yüzlerini buruşturur, bazen dilenci zannederek acıyıp önüne üç beş bakır atardı. Her türlü aşağılamayla yüz yüze kalsa da kalbindeki o ezici suçluluk duygusu ve hayattan usanmışlık öfkesinin önüne geçiyordu. Rezil bir haldeydi ve bu rezilliğinden utanmıyordu. Nihayet günün birinde Üstat Gonsijin onu buldu. Oğlunun içler acısı durumu onun yüreğini yaraladı. Saatlerce dil döküp yalvarsa da Gandesur memleketine dönmeyi reddetti. Öfke nöbetlerinin ortasında dilinin altındaki baklayı çıkardı. Kendini annesinin katili olarak gördüğünü, bu yüzden hayatının bir kıymetinin olmadığını söyledi. Gerçekleşmesini umduğu tek hayalinin gözlerden ırak bir köşede ölüp gitmek olduğunu anlattı. Kimseyi üzmeden, kendisinden başka kimseye zarar vermeden... Üstat Gonsijin çabalarının bir sonuç vermeyeceğini anladıktan sonra boynu bükük bir şekilde Reksa'ya geri döndü. Gandesur ise kaldığı yerden devam etti."


Sato bardağında kalan şarabı büyük bir yudumla bitirdikten sonra hancının getirdiği maşrapayla bardağını yeniden doldurdu. Kısa süreliğine durgunlaşıp sessizliğe gömüldü. Zihnindeki anı kırıntılarını bir araya getirmeye çalıştı. Daha sonra o bilindik canlılığına geri döndü. "Paslanmış bir kılıcın eski görkemli günlerine dönmesi için ateşle yoğrulup çekiçle dövülmesi gerekir. Bozulma ne kadar çoksa değişim de o kadar acı verici olur. Bundan kaçamazsınız. Gandesur da kendini bıraktığı uçurumun dibine çakılmıştı. İstediği oldu ve ölümü onun üzerine bir kürk gibi sarıldı. Son günlerini yaşadığı dönemde hiç beklemediği ve asla unutamayacağı bir olay geldi başına. Afyon parasını çıkarmak için bir iş kabul etmişti. Bu iş, başkentin komşu şehri olan Fehrel'e kadar gidecek bir kafileye korumalık yapmaktı. Sıradan haydutların dahi yapabileceği bu görevin ilanını nedense yüksek ücretle yazmışlardı meydana. Bu sebeple şehrin dışında yer alan bir handaki yola çıkış noktasına onlarca kişi akın etmişti. Gandesur da onlardan biriydi. Çıplak güneşin alnında oturup beklerken kafileden birkaç kişinin ona sunduğu birayı içinde ne var ne yok sorgulamadan kabul etti. Bardağın dibini gördükten sonra bayıldı. Uyandığında ayak bileğinde bir prangayla kendisi gibi onlarca adamla yan yana bir haldeydi. Ne olup bittiğini anlayamayan onlarca tutsak şaşkın bakışlarla birbirini süzmekteydi. Tutuldukları mahzenin içerisine çok az ışık girdiğinden karanlık, pencere olmadığından havasızdı. Fareler ve hamamböcekleri ortalıkta cirit atıyordu. Az sonra bütün şüpheleri giderildi. Fehrel'e götürülecek yük onlarmış. Şanslı olan bazıları uzuvları kesilmeden köle olarak satılacaktı. Madenlerde, tarlalarda, bahçelerde çalıştırılacaktı. Şanssız olanların, yani Gandesur gibi eriyip gitmiş, bir deri bir kemik kalmışların ise kolu bacağı kesilerek dilenci edilecekti. Gandesur için bu durum bir kabusun sona erdirilmeden sürüp gitmesiydi. Sırayla etrafındaki insanlar alınıp bir başka odaya götürülüyor, daha sonra kaderleri tayin ediliyordu. Gandesur sıra kendisine gelene kadar prangadan kurtulmaya çalıştı. Sağlığı yerinde olan bir keşişin kolayca kırabileceği pranga onun için amansız bir düşman oldu. Gücünü bir türlü yetiremiyordu." Ağzının içine kekremsi bir tat yayıldığı için hikayeye ara veren Sato önünde duran meyve tabağından bir portakalı alıp soymaya koyuldu. Portakalın yarısını Ren'e uzattıktan sonra bir dilimini ağzına attı.


"Sıra en sonunda ona geldi. Saf korkunun ele geçirdiği bedeni çılgınca tepiniyor, kurtulmak mümkün gözükmese de çabalıyordu. Gardiyandan bozma iki ucube onu kollarından tutup götürmek üzereyken pranganın zinciri duvardan kopup onu serbest bıraktı. Köşeye sıkıştırılan kedinin vahşileşip köpeğe kafa tutması gibi Gandesur da o çelimsiz haline aldırış etmeden gardiyanlar ile dövüşe tutuştu. Vaziyet ne kadar vahim olsa da manastırda aldığı eğitimin faydasını görerek rakiplerini tepeleyebildi. Birkaç dakikalık dövüş sırasında okkalı bir yumruk atmakta, çürük ciğerlerini nefesle doldurmakta, ayakta durmakta güçlük çekmesi çektiği acının göstergesiydi. Mahzenin geriye kalan kısmını ağır aksak adımlarla geçerken onu tutsak edenlerin sözünün eri olduklarını karşısına çıkan kol ve bacak yığınlarını görünce anladı. Kesif kan kokusu midesine bir yumruk gibi inince iki büklüm olup kustu. Onun çıkardığı sesleri duyan birkaç gardiyan yanına geldi. Bağrış çağrış eşliğinde onu yakalamaya çalışan adamları yere serene kadar o kadar yara almıştı ki kıyafeti kan içinde kaldı. Mahzenin devamında elindeki testereyle bir tutsağın bacağını kesmeye yeltenen bir caniyi gördü. Adamın çığlıkları, yakarışları, yalvarmaları onu yola devam etmekten alıkoyamadı. Saklanarak yola devam etmekteyken bir an zavallı adamla göz göze geldiler. Gandesur'un soğuyup buz tutmuş yüreğinde bir kıvılcım çaktı. Yaralarına aldırış etmeden öne atılıp caniyi bertaraf etti. Kurtardığı adam arkasına dönüp bakmadan kaçarken Gandesur için canından daha değerli bir amaç doğmuştu. Hayat kurtarmak...


Kahraman uzattığı yardım elini bir daha çekemez. Gandesur da adımını attığı iyilik yolundan bir daha geri dönmeyecekti. Güç bela geçtiği yolu tekrar yürüyüp mahzenin ilk bölümüne döndü. Bu sırada karşısına çıkan gardiyanları kaynağı belirsiz bir güçle yerden yere vurdu. Daha öncesinde kaderine teslim ettiği insanları prangalardan kurtardı. Bir kısmı onun gibi bu kirli çorabı başlarına ören şerefsizleri ortadan kaldırmayı istedi. Tek bir yumruk olup kimseyi artlarında bırakmadan mahzenden çıktılar." Sato sözlerinin bıraktığı etkiyi görmek için arkadaşlarının yüzlerine şöyle bir baktı. Hikan tütününü tüttürse de can kulağıyla dinlediğini belli ediyordu. Tanıdığı bütün insanlar tarafından alkole düşkünlüğü konusunda eleştirilen Kimeru bardağını bir kenara koymuş, bütün dikkatini ona vermişti. Hiçbir kelimeyi kaçırmamak için öne doğru eğilen Ren heyecanını dışa vuruyordu.


Gaddarlığa pabuç bırakmasa da yorgunluğa yenik düşen Gandesur başkente taşındı. Becerikli bir şifa büyücüsü tarafından iyileştirildi. Hastanede kaldığı günlerde odası kurtardığı insanların ailesi tarafından gönderilmiş çiçekler, hediyeler ve yiyeceklerle dolup taştı. İyiliğin maddi getirisinden ziyade yüreğine yuvalanan mutluluk onu özüne döndürdü. Ömrünün geri kalan kısmını nasıl geçireceğine dair kararını vermişti. Ezilenlerin koruyucusu ve savunucusu olan manastıra geri dönecekti. Yaşamın değerini ve kusurları da olsa geçmişin üzerine sünger çekilmesi gerektiğini anladı. Harcadığı yılları başkentin kaldırımlarına gömerek sessiz sedasız oradan ayrıldı. Reksa'ya döndüğü zaman babası Gonsijin onu sorgusuz sualsiz kabul etti. Yarasını deşecek tek bir soru bile sormadı. Çünkü oğlunun üzerinde tanrının izini görmüştü. Bıraktığı gibi değildi." diyen Sato küçük bir ara verip soluklanmak istedi. Hikayenin yarıda kaldığını hisseden Ren'in itirazları üzerine devam etti.


"Bu zamana kadar 'Bir Kahramanın Çöküşü' kısmını dinlediniz. Gelelim nasıl dirildiğine... Gandesur ruhunun bahçesinde açmaya başlayan çiçeklerin sulanması gerektiğinin farkındaydı. Yeryüzündeki kötülüğün önüne geçmesi için güçlenmeliydi. Günahlarının bedelini ödemesi için kendini kutsal olana adamalıydı. Kayıp ruhları doğru yola sevk edebilmek için birçok öğretiyi bilmeliydi. Bu hedeflerini nasıl gerçekleştireceğine dair endişelenmesine gerek yoktu. Sonuçta Üstat Gonsijin onun en büyük destekçisi olmaya kararlıydı. Bu kararlılık oğlunun gözünün yaşına bakmamasına sebep oldu. "Madem güçlü olmak istiyorsun o zaman eğitimini Usta Gizara'nın gözetiminde tamamlayacaksın." deyip ensesinden tuttuğu gibi onu bilinen en acımasız keşişin yanına götürdü. Usta Gizara'nın şöhretini duymuşsunuzdur." dedikten sonra durup büyücüye baktı.


"Büyü Akademisi'ndeyken bize ondan bahsetmişlerdi. Muhtemel rakiplerin özelliklerinden uzun uzun bahsedilirken Gizara hakkında tek bir cümle kuruldu: Onun düşmanlığını kazanmak ölüm demektir." dedi Kimeru.


"Gandesur'un ikinci eğitimi onun arınması anlamını taşıdığından ilkinden daha zorlu geçti. Uyuyup dinlenebilmesi için ona bırakılmış birkaç saatin dışında kalan bütün zamanı dövüş talimleriyle, dua okumalarıyla geçiyordu. Gözleri kızarıp uyuşukluk üzerine çökene kadar okuması zihnini, acı kemiklerine inene kadar çalışması bedenini kuvvetlendiriyordu. Gizara'nın halihazırda aşılması güç beklentileri konu o olunca daha da acımasız bir hal almıştı. Beğenmeyip burun kıvırmayı huy edinmiş Gizara, öğrencisinin çabalarını yeterli bulmamakta ısrarcıydı. Gandesur ise hep daha fazlasını yapmaya kendini itiyordu. Yılmayıp yıkılmayarak mücadele etmesi onu eskisinden de daha iyi bir seviyeye getirdi. Yine de savaş meydanında boy göstermeden, çetrefilli bir davayı çözmeden tam anlamıyla keşiş olamazdı. Bunun için ilk görevine gönderilmesi gerekiyordu. Reksa'nın komşu kasabasının yardım çağrısına cevap veren Üstat Gonsijin bu göreve göndermek için sanırım tarihte görülmüş en kuvvetli ekibi kurdu. Usta Kitaro'nun liderliğinde Gizara ve onun öğrencisi Gandesur kasabaya yardıma gitti. Dediklerine göre dört yüz kişilik atlı bir çapulcu takımı köylerden haraç kesiyor, tarlaları yakıyor, kasabayı basıp kadın ve çocukları kaçırıyordu. Bu yılanın başını ezmek kaçınılmaz bir sorumluluktu. Ekip hazırlıklarını tamamladıktan sonra yola çıktı. Reksa'nın tarifine kelimeler yetmeyen topraklarında üç gün boyunca yürüdüler. Çağrıda bulunan kasabaya varmalarına bir günlük yol kalmışken karşılarına gözyaşları içindeki küçük bir kız çocuğu çıktı. Bu kız, bir arkadaşının ormanda kaybolduğunu ve tek başına bulamadığını söyledi. Gandesur, ona yardımcı olmadan yola devam etmeyi kabullenemezdi. Ekipten ayrılıp kızla birlikte arkadaşını aramaya koyuldu. Yürüdükleri ana yoldan çıkıp kızın peşinde ormanın içinde bir o yana bir bu yana yürümeye başladı. Geldiği yönü unutana kadar yürüdü. En sonunda kız çocuğu Gandesur'u bir mağaranın önünde bırakıp yaşından beklenemeyecek bir hızla oradan uzaklaştı. Gandesur işin içinde bir bit yeniğinin olduğunu anladı fakat mağarayı gözden geçirmeden geriye dönemezdi. Bir çocuğun hayatı mevzubahisse ihtimallere bağlı olarak hareket edemezdi." Biraz önce Ren'in merakını yatıştırmak için anlatmaya devam ettiği hikayeye bu sefer mecburen ara verdi. Keşişin biraz içki biraz kuruyemiş ile geçirdiği bu arada Hikan piposundaki tütünü tazeledi. Şövalye biraz farklılık olsun diye hancıdan bira isteyince büyücü de ona eşlik etti. Bardaklarını tokuşturduktan sonra yudumlamaya başladılar.


"Gözlerine kalın bir perde indiren zifiri karanlığı delmek için çantasından bir meşale çıkardı. Alevin sarı ışığıyla açığa çıkan mağaranın içinde canlılığa dair tek bir iz bile yoktu. İnsanın kendi kalp atışlarını duymasına sebep olacak kadar koyu bir sessizlik hakimdi etrafa. Sadece uzaktan uzağa, belli belirsiz nefes sesleri duyuluyordu. Gandesur mağaranın içinde ilerledikçe bu nefes sesinin üç ayrı kişiden geldiğini anladı. Daralıp genişleyen yolları aştıktan sonra bir katedrali anımsatacak kadar geniş ve yüksek tavanlı bir alana vardı. Ve daha ilk saniyeler bile geçmemişken bunun bir kabus olmasını, bir an önce uyanmayı diledi. Sıradan bir köy evinden daha büyük görünen tahtların üzerinde dişlerini gıcırdatarak, dudaklarını yalayarak onun tuzağa düşmesini bekleyen üç Balarg oturuyordu. Balarg soyu, Asurah'ın kıtada muhafızlık yapması, otorite sağlaması ve suçluları cezalandırması için yarattığı bir ırktır. Fiziksel gücün ete kemiğe bürünmüş halidir onlar. Bir insanın onlara kafa tutabilmesi için tanrı tarafından kutsanmış olması gerekir. Aksi takdirde en becerikli savaşçının bile karıncadan bir farkı kalmaz. İki buçuk kulaç uzunluğundaki bedenleri mide bulandırıcı bir safran rengindedir. Uzun bacakları ulaşılamayacak bir hız, adaleli kolları karşı konulamayacak bir kuvvet verir onlara. Derileri alelade haydutların silahlarıyla kesilemeyecek kadar serttir. Burundan yoksun yüzleri bir kaplanın sıfatını andırır. Ağızlarından taşan iki uzun diş bir öküzü delip geçebilecek kadar uzun ve sivridir. Ciltleri gibi safran renginde olan gözbebeklerini çevreleyen kısım kömür karasıdır. Bu gözlerin menzilindeki kurbanları dehşetin mızrağını kalbinde hisseder. Hayati ve zedelenmeye müsait yerleri dikenlerle, kemiksi bir dokuyla kaplıdır. Cinsel organları olmadığından üreyemezler. Çoğalmaları da kimsenin işine gelmezdi açıkçası. Kangiri, karanlığın hakimiyetini sona erdirmek adına başlattığı savaşta Balarg ırkının çoğu ferdini ortadan kaldırdı. Sağ kalmayı başaranlar veya hayatı bağışlananlar Mızrak Orman'a sürüldü. Bunların da Kangiri'nin torunları zamanında öldürüldükleri bilinmekteydi. Ya da öyle sanılıyordu. Kıtanın can damarlarından biri olan Reksa'nın yakınına bu üç Balarg'ın kimsenin haberi olmadan nasıl geldiği hala çözülememiş bir gizemdir.


Yeryüzünde tek bir Balarg'ın gezinmesi bile korkup saklanmak, evlere kapanmak için yeterli bir sebeptir. Kötü talihine sövmeli ki Gandesur bunlardan üçüyle karşı karşıyaydı. Ürktü ve kaçmak için arkasını dönmeye kalkıştı. O sırada bir Balarg onun içine düştüğü tezgahı açıkladı. Gonsijin'in biricik oğlunu esir ederek üstadı tehditle Reksa'nın sınırlarından çıkaracak, fırsatını buldukları ilk anda öldüreceklerdi. Buhrana sürüklenen manastırın intikam arzusuyla harekete geçen keşişlerini tuzağa düşürerek birer birer ortadan kaldıracaklardı. Bu basit planın gerçekleşmesi için gereken ilk koşul, Gandesur'un tuzağa çekilmesi yerine getirilmiş oldu. Balarg direnmeden teslim olmasını emretti. Bu teklifin reddedildiğini söylemem sizi şaşırtmayacaktır. Planlarını dinledikten sonra Gandesur mümkün olsa da kaçamazdı artık. Ücra bir mağarada değil de bir savaş meydanında gerçekleşse tarihe geçecek, bir daha unutulmayacak bir savaş başladı aralarında.


Üç Balarg'ın saldırılarından sıyrılması zor olsa da karşılık vermesi daha da güçtü. Bir fırsatını bularak indirdiği darbeler de görünürde bir etki yaratmıyordu. Düşmanlarının kullandığı insan boyutundaki gürz, balta ve palalar yere değince göçükler açıyor, bir bedene denk gelirse ne yapabileceklerini açıkça gösteriyordu. Gandesur, ustasının ona öğrettiği dövüş tekniklerini büyük bir gayretle uygulasa da aldığı sonuçlar iç açıcı değildi. Öfkesinden beslenen kararlılık ona hükmetmeseydi pes etmek kolay bir seçenek olurdu. Nadiren hedefine ulaşan yumruklarının etkisizliği onun cesaretini zedelemeye başladı. Sonra fark etti ki bu canavarları birbirine kırdırmaktan başka kurtuluş yolu yoktu. Pozisyonunu değiştirdi ve üç Balarg'ın ortasına geçti. Üzerine doğru savrulan gürze bir tekme indirip yönünü değiştirdi ve bir diğer Balarg'a saplanmasını sağladı. Fakat bu sırada gürzün dikenleri bacağını az da olsa yaraladı. Dengesini kaybeden iki arkadaşını umursamadan saldıran üçüncü Balarg'ın palasını avuçlarının arasında durdurmaya yeltendi. Ellerinin ve omzunun mahvolmasına sebep olsa da başarıya ulaşmış, ikinci hamle olarak palanın kabzasına bir yumruk vurmuştu. Bu pala sahibinin elinden sıyrılıp boynundan karnına kadar yarmıştı. Bir kütük gibi yere devrilen canavar canını oracıkta verdi. Göğsüne gürz yedikten sonra sersemleyen, güçten düşen düşmanını öldürmek için açılan yarayı hedef aldı. Dur durak bilmeden vurdu bu oluk oluk kan akıtan yaraya. Bu garabetin gözlerinin feri sönene kadar yumruklarını savurmaya bir ara vermedi. Onu bir yığın et parçası olarak ardında bıraktığı zaman hayatta kalan son Balarg'ın doğrulmakta olduğunu gördü. Abandıkça kan fışkırtan yaralarını görmezden gelerek mağaranın bir köşesindeki ağaç gövdesi kadar olan palayı kaldırdı. Art arda okuduğu duaların verdiği kuvvetle bir mızrak gibi fırlatıp yaratığın karnına sapladı. Ve böylece dört saatten fazla süren, zemini kan gölüne döndüren savaş sona erdi.


Mağaradan çıktığı zaman sığınabileceği bir köy, yaralarını sarabilecek birisini bulmayı diledi. Yardım çağrısında bulunan kasabaya varması en iyimser ihtimalle bir gününü alacağından adımlarını başka bir tarafa yönlendirdi. Gerçekte ne kadar sürdüğüne emin olamadığı fakat kendisine yıllar geçmiş gibi gelen bir yürüyüşün ardından karanlığa gömülmüş bir köye vardı. Bu köyde ölümü dahi göze alıp bir çocuğu deliliğin pençesinden söküp alacağını tahmin etmiyordu." dedi Sato. Hemen ardından hüzünlü bir sakinliğe gömüldü, bakışları donuklaştı. Görünürde hareketleri yavaşlasa da yüreği fırtınalı bir deniz gibi kabarıp duruyordu. En sonunda öykünün sonunu getirmeye karar verdi. Genç keşiş alacakaranlık bir göğün altında, kamp ateşinin eşliğinde Hikan'a anlattığı geçmişini hiçbir kelimeyi atlamadan diğer arkadaşlarına da anlattı. Onlardan saklayacak hiçbir sırrının olmadığını düşünüyordu. Bu yüzden hislerine ket vurmadan, sahteliğe sığınmadan konuştu. Sözleri sona erdiği zaman arkadaşlarının yüzünde kederin kara bulutları dolanır oldu. Kimsenin bir kelime dahi edesi yoktu. Sessizlik uzadıkça uzadı, geçen her dakika daha da boğucu bir hal aldı. En sonunda Sato buna dayanamayarak handan çıktı. Kapının önünde biraz volta atıp durdu. Geri döndüğü zaman onların hala üzgün ve suskun bir halde oturduklarını döndü. Hanın zeminine dökülmüş kırıntıları aşıran karıncaların, malına sahip çıkması gereken hancının bile onları yalnız bıraktığını fark etti. Aklına onları neşelendirecek, bu durumdan kurtaracak hiçbir şey gelmiyordu. Bu konuda yardımına Kimeru koştu.


"Misaki'nin sözünü verdiği ödülün bir kısmı da bu parşömendeki bilgiler." dese de boğazı düğümlenmiş olduğundan dediği tam olarak anlaşılamadı. Küçük bir öksürükle boğazını temizleyip sözlerine daha kısık bir sesle devam etti. "Ruh meselesine olan düşkünlüğümüzden haberdar olduğu için bize bunu teklif etti. Yanınızda açıp okumayı düşündüm çünkü tek başıma üstesinden gelemem." dedikten sonra parşömeni yavaşça açtı. Baştan aşağı bir göz attıktan sonra okumaya başladı. "Elred Kanzen isimli bir hırsızın ruha sahip olduğu haberi muhbirler aracılığıyla bize ulaştırılmıştır. Biz de Lort Misaki'nin bu haberi memnuniyetle karşılayacağını, bizi meşhur cömertliğiyle ödüllendireceğini düşünerek size ulaştırıyoruz. Bu hırsızın ilk olarak Horozibiği Köyü'nde konakladığı, daha sonra Alagossa'ya geçtiği görüldü. Alagossa'da hırsızların İntikam Loncası diye adlandırdığı bir örgüte katıldığı, gizlilik ve güvenlik konusunda kendisini sağlama aldığı düşünülüyor. Sahip olduğu ruhun ona çeliği yaratıp hükmetme yeteneği verdiği söyleniyor. Teyit edilmemiş bu bilgi üzerinde birden fazla muhbirin yeminli ifadesi var. Takdir lorda bırakılmıştır."


"Çelik yaratmayı sağlayan bir ruh demek... Hafife alınabilecek bir şey değil bu." dedi Ren. Hikan onu şöyle bir süzdükten sonra kafasını salladı.


"Alagossa bu şehrin güneyinde, yaklaşık on üç günlük bir mesafede. Yol üzerinde her türlü belanın kol gezdiğini seyyah ve tüccar takımı sık sık anlatır. Yolculuğun zorluğunu aratacak kadar berbat bir şehir olduğu söyleniyor Alagossa'nın. Zor zamanlar geçireceğimizi şimdiden bir kenara yazalım." dedi Kimeru. Hedefleriyle ilgili somut bir adım atmak üzere olduğu için mutlu olsa da yolunun Alagossa'ya çıkacak olması onu endişelendiriyordu.


"Erravan Gümüşnar Festivali'ne katılmayı Kimeru ile konuşmuştuk buraya gelmeden önce. Madem Alagossa denilen şehre gitmek ve orada barınmak bu kadar zor, öncesinde dinlenip güç toplamamız gerekiyor. Bence biraz eğlenip kafa dağıtmalı, ondan sonra yola çıkmalıyız." dedi Sato. Aniden Kotarin'in verdiği mektubu hala okumamış olduğunu hatırladı. Pantolonunun cebine sıkıştırdığı zarfı çıkarıp bir göz attı. Mührü kırıldığı için üzerinde ne çeşit bir işaret olduğu anlaşılmıyordu. Bu sırada festivalin adı geçtiği için heyecanlanan Ren, büyücüyü soru yağmuruna tutuyordu. Sato zarfın içindeki mektubu çıkardı. Tek bir kağıdın üzerine yazılmış üç beş satır ve bir sembol onu beyninden vurmaya yetmişti. Nefes alışverişleri hızlanmaya, yüzü alev alev yanmaya başladı. Gözleri fal taşı gibi açılırken yaşadığı dehşetin etkisiyle titrediğini hissetti. Bu halinin fark edilmemesi için hızlıca toparlandı ve mektubu elinin içinde tortop etti. Onu bu derecede sarsan cümleler ve sembol aklından silinmeyecekti ne de olsa.


"Kaladril'de düzenlenecek toplantının tarihi gümüşnar mevsiminin üçüncü haftasına alındı sırf sen geç kalmayasın diye. Bu seferki toplantıya İtago da katılacak. Ona göre hazırlanmanı öneririm. Yine bir bahane uydurup gelmezsen seni şikayet etmek zorunda kalacağım." yazısının altına Sato'nun hafızasından bir an olsun çıkmayan, kabuslarında onu kovalayan tilki sembolü basılmıştı.