Az evvel söken şafak, göğü övülesi bir sevgilinin yüzünü andıran nefis bir resme çevirmişti. Bulutlar bu esere hüzünlü bir bekleyişin izlerini serpiştiriyordu. Göçmen kuşlar ayrılığın ifadesiydi her zamanki gibi. Şehirden belki de bir daha dönmemek üzere ayrılan biri vardı. Günün ilk avını arayan yırtıcı kuşlar, sadece kırıntıyla yetinen fareler, başıboş köpeklerden başka doğanın bu şaheserine tanık olan yoktu. İçki ve idrar kokusuna bulanan sokaklarda sızıp kalmış birkaç sarhoş sayılmazsa herkes evine çekilmişti. Şehrin kaldırımlarına koyu bir sessizlik sıvanmıştı. Bu sessizlik, yırtılmaz bir perde gibi şehrin birkaç fersah ötesine uzanır gibiydi. Festivalin birkaç gün daha devam edecek olması insanları miskinliğe sürüklemişti. Bu yüzden Erravan'ın esnafları dahi doğan günü karşılamak, tezgahlarını temizleyip kurmak için uyanmamıştı. Buna hakları da vardı. Senenin neredeyse tamamını yorgunluk ve hüzünle geçiren insanların sadece birkaç günü dinlenip keyifli vakit geçirerek harcamasını kimse yadırgayamazdı. Kimsenin çıkmaya niyetlenmeyeceği kadar uzun, yorucu ve tehlikeli bir yolculuğa hazırlanan keşiş ise etrafa son olacağını düşündüğü bakışlar atarak ıssız sokaklarda yürümekteydi. Temiz kıyafetlerini, su dolu matarasını ve kendisine birkaç gün yetecek kadar erzakı çantasına doldurmuştu. Hiçbir eksiği yok gibi görünse de kalbindeki inancın hala tamamlanmamış yerleri vardı. Kotarin'in verdiği mektup onun son birkaç gününü zehirlemişti. Bu yüzden ince ve sinsi bir korku onu kemirmekteydi. Aklındaki kara fikirlerin, kabustan farksız hatıraların ağırlığı ruhunu çökerttiği için dalgındı. Kendisine birkaç haftalık macerasında yoldaşlık edecek bir at satın almak için sarsak adımlarla ahıra doğru ilerledi.


Oturduğu tahta taburesinde sıcak yatağındaki rahatlığı arayıp da bulamayan, uykusundan tam olarak sıyrılamamış seyis ona istediğini seçmesini söyleyerek rahatsız kestirmesine geri döndü. Sato bir süre hayvanların arasında gezindikten sonra gözlerinde masum ama korkusuz bir öz taşıyan siyah bir atla karşılaştı. Kalbine kuvvetli bir pınardan akar gibi sevginin dolduğunu hissetti. Aradığı yol arkadaşının bu sevimli hayvan olduğuna emindi. Atın sırtını okşarken birçok sıyrığı ve hala kabuğu üzerinde olan yaraları fark etti. Bu zavallı hayvanın zor zamanlar geçirdiğini anlayan Sato onu kendisine benzetemeden edemedi. "Eksikliğini hissettiğim cesareti bana sen verebilirsin belki." diye söylendi. At onun merhametini hisseder gibi kuyruğunu sallayıp kişnedi. Sato'nun söylediklerini duyan seyis esnemelerinin arasında "Onun adı Kefalon'dur. Kadim Lisan'da 'cesur' anlamına gelen bu isim boşuna verilmedi. On iki sene sırtında taşıdığı yüzbaşı vefat edene kadar görevini sürdürmüş bir savaş atıdır o." dedi. Keşiş bu sözlerin üzerine Kefalon'dan başka bir atı kabul edemeyeceğine emin olmuştu. On sekiz yaşına varmış bir binek hayvanı için fahiş fiyat olan beş altın ve seksen üç gümüşü pazarlığa gerek duymadan ödedi. Artık şehre ve arkadaşlarına veda etme vakti gelip çatmıştı. Yeniden buluşacakları güne kadar sağ ve salim kalabilmeleri için Yondaru'ya dua etti. Yükünü yerleştirdikten sonra atını yularından çekerek şehrin ana kapısına kadar yürüttü. Buradan sonra Kefalon'un sırtında geçireceği uzun yolculuk başlamış oldu.


Kaladril bir zamanlar görkemli sıfatının bile anlatmakta yetersiz kalacağı bir şehirdi. Yondaru'nun utancının sebebi, kusursuz sanılan tanrının hata yapabileceğini kanıtlayan Asurah'ın başkentiydi. Onu kutsayan tapınaklar, kurban sunakları, çiçek ve meyve bahçeleri, su kanalları, saat kuleleri, fırınlar ve dükkanlarla donatılmıştı. Bu şehri mahveden ne doğanın cezası ne de zamanın karşı konulamaz kudreti oldu. Kaladril'i yerle bir eden Kangiri'nin öfkesiydi. Yüz binlerce vatandaşın yaşadığı bu şehir arkasında silik izler bırakarak tarihe gömüldü. Toprağında yabani otların bittiği, etrafta kurtların gezindiği bu yitik şehir artık kervanların bile uğramadığı hatta yakınına yanaşmamak için yolunu uzattığı bir yer haline geldi. Kötülüğün merkezi addedilerek anısı lanetlendi. Ancak bu yok sayma bazı söylentilerin doğmasına yol açtı. Anneler sözünü dinlemeyen çocuklarını korkutmak için Kaladril'in lanetli ve sokaklarında canavarların fink attığı bir şehir olduğunu, haylazlığa devam ederlerse oraya götüreceklerini söylemeye başladı. Sato bunun uydurma olduğunu bilecek kadar büyümüştü. Birkaç sene önce hayatını avcılıkla kazanan göçebe bir halkla karşılaşmış, onlardan bu coğrafyanın son halini öğrenmişti. Adı basitçe Kaladril Yıkıntıları koyulan bu harabelere vahşi hayvanlar el koyduğundan avcı olmayanlar için burada yaşamanın çok zor olacağını, Alagossa'dan kovulan çapulcuların işgali altında olduğunu anlattılar. Sato hiçbir zaman umursamayacağı bu tehditleri elinin tersiyle bertaraf edebilirdi. Onu asıl korkutan orada karşılaşacağı geçmişinden izlerdi. Kabuslarının değişmez başrolü olan tilki sembolünü yıllar sonra ilk defa görecekti. İntikamını alacak olması onu sevindirmesi gerekirken ruhunu bir mengene gibi ezip duruyordu. Erravan'a, arkadaşlarının yanına dönmek, bu meseleyi bir daha hatırlamamak üzere unutmak istese de Sato geriye dönerse kendini asla affetmeyeceğini de biliyordu. Bu yüzden sonucu ne olursa olsun kaderinin peşinden gitmeliydi.


Güneş gökyüzünde hakimiyetini kurana kadar Erravan'dan başkente uzanan yolu izledi genç keşiş. Perjev'in birkaç fersah berisindeki taşlık arazide yolunu değiştirerek güneye doğru ilerledi. Çakıl taşlarının toprağı tamamen örttüğü yolda nal sesleri ve kişnemelerin eşliğinde saatlerce yol tepti. Sağında sarıya çalan ölü toprak, solunda dağ kırıntılarıyla çevrili bu yol onun için oldukça yorucuydu. Çünkü güneşin cömertçe yeryüzüne yaydığı sıcağı göğüsleyecek bir ağaç yoktu etrafta. Bunaltıcı, ter döktürücü bir hava hakimdi. Atının yavaşladığını, hırıltılar çıkarmaya başladığını fark ettiği anlarda dinlenmek için yolculuğuna ara verdi. Ancak yılanların uzaklardan kendini gösterdiği, kayaların arasında çıyanların gezindiği bu yerde rahatlaması mümkün değildi. Bu berbat güzergahta ilerlemesinin sebebi hiç sapmadan Kaladril Yıkıntılarına bir çizgi gibi ilerlemesiydi. Neyse ki güneşin bu işkencesi fazla uzun sürmedi. Vakit geçtikçe çalılar etrafı kuşatmaya başladı. Bereketli toprakla yemyeşil çimenler eski bir dost gibi belirdi. Genç keşiş ve Kefalon'un arzuladığı gibi hava ılımaya başladı. İnsanın yıkıcı elinin değmediği, doğanın egemen olduğu geniş bir ovaya vardığında akşam olmuştu çoktan. Gece yarısından önce varamayacağı kadar ileride cılız şelalelerle bezenmiş bir vadi görünüyordu. Sato'nun bacakları hafifçe şişmiş, kalçası ağrımaya başlamıştı. Atından inip incecik bir pınarın kıyısında dinlenmeye niyetlendi. Kefalon'u da otlayıp su içebilsin, gönlünce gezebilsin diye serbest bıraktı. Zavallı hayvan suyunu içtikten sonra karnını doyuramayacak kadar yorgun düştüğünden olduğu yere yığılıp uyumaya başladı. Sato gençliğinin gücünden mahrum kalan, yıllarını savaşla geçirmiş atını bir daha bu kadar yormamaya karar verdi.


Onu yetiştiren her keşiş merhamet ve vicdanın kendisine emrettiğinden vazgeçmemesini istemişti. Bu merhametin sınırlarında yalnız insanlar yoktu. Canına kastetmeyen her hayvan, gölgesi ve meyvesini sunan her ağaç, toprağın hediyesi bitkiler, gönlünü şenlendiren çiçekler, susuzluğunu dindiren nehirler bu merhameti hak ediyordu. Çünkü iyiyi savunmanın tek yükümlülüğü kötüyü ortadan kaldırmak değildi. Muhtaçlara yardım elini uzatmak, düşkünlerin sığınacağı bir çatı olmak, onların büyüyüp serpilmesine izin vermek, bunu yaparken de kimseyi mahcup etmemek bir keşişin öncelikli göreviydi. Bu sebeple gereğinden fazla koşturarak Kefalon'a acı çektirmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Bununla birlikte yol arkadaşı beklentilerinin üzerine çıkmış, on iki saate varan yolculuk sırasında gayet makul bir hızla koşmuş, gözden uzak taşlık bölgeyi mesken tutmuş kurtlardan, yaban domuzu ve çakallardan korkmayarak cesaretini kanıtlamıştı. Sato kısa bir süre sonra gözlerine sinen uykuya kendini teslim etti. Vaktinin azlığından ötürü kahvaltısını, öğle ve akşam yemeğini at sırtında yapmıştı. Sadece Kefalon'un susadığı, acıktığı veya nefeslenmek istediği zamanlarda mola vermişti. Bu sebeple çok yorgundu. Yastık diye üzeri çimenle örtülü bir tümseğe başını yaslayarak rahatsız bir uyku çekti. Biraz sonra yüzünde hissettiği bir ıslaklık onu uyandırdı. İlk düşüncesi yağmur yağdığı yönündeydi. Ancak yanı başında Kefalon'u görünce ondan ıslak öpücükler aldığını anladı. Sato uyuşukluk etmeden doğrulup pınarın buz gibi suyuyla elini yüzünü yıkadı. Çantasından çıkardığı bir dilim peksimetle öğününü geçiştirip atının sırtına atladı. Sırada uçsuz bucaksız gibi görünen vadiyi aşmak vardı.


Sato dört nala ilerlemenin mümkün olmadığı vadide kayalardan, su birikintilerinden, dikenli çalılardan kaçınarak yavaş ve dikkatlice ilerlemeye çabaladı. Daha sonra atının zorlandığını görünce bir açıklığa kavuşana kadar yoluna yaya olarak devam etmeye karar verdi. Zavallı hayvanı hiç olmazsa ağırlığından kurtarmak istemişti. Ölçülü adımlarla ilerlerken Kefalon'un yularını hafifçe çekerek geçebileceği uygun bir yol aradı. Yağmurla rüzgarın işbirliği sonucunda zımparayla yontulmuşçasına pürüzsüz olan iki dağın arasındaki patikada uzun süre güç bela yürüdüler. Bastığı taşlar bıçak gibi keskindi. Bu sebeple genç keşişin keçe ayakkabılarının deriden tabanı yırtılmaya başladı. Bir süre sonra taşlar topuklarına batıp yaralamaya başlayınca çantasından çıkardığı ketenle ayaklarını sardı. Bu çözümün uzun süre idare edemeyeceğini bildiğinden uğrayacağı ilk kıyafet dükkanında yeni ayakkabılar satın almayı kafasına koydu. Genç keşiş ve arkadaşı Kefalon ilerledikçe başlarda birer sur gibi iki yanını kuşatan dağlar ufaldı. Vadinin sona erip dalları birbirine geçmiş kayın ve çınar ağaçlarından ibaret bir ormana varmak üzereydi. Bu sırada hisleri ona tehlikeden sakınmasını söyledi. Hızlıca öne doğru eğilen Sato kafasını hedef alan oktan böylece kurtuldu. Doğrulduğu zaman etrafının haydutlar tarafından çevrildiğini gördü. Bir şövalye gibi tepeden tırnağa zırha bürünmüş bir düzine haydut ormanın derinliklerinden, dağların ardından, geçtiği yoldan gelerek onu kuşatmıştı.


Sato savaşmak istemediğinden teslim olur gibi ellerini havaya kaldırdı. Vakti, enerjisi ve tahammülü dövüşmeye yetmeyecek derecede tükenmişti. Sadece paranın peşinde olan bu haydutlara geçmesine izin vermeleri için on beş altın teklif etti. Bu haraç yalnız başına gezen bir yolcu için oldukça yüksekti. Geçiş ücreti olarak kabul edilmesi muhtemeldi. Ancak haydutlar onun daha fazlasına sahip olduğunu tahmin edebildiğinden esaslı bir soyguna girişmek istedi. Savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayan Sato yükünü omzundan bıraktı. Daha sonra güvenli bir yere gitmesi için atının kalçasına vurdu. Dua okumasına gerek yoktu. Eğitimsiz birkaç eşkıyayı alaşağı etmek için tanrının kudretine başvurması aşırıya kaçardı. Sahip olduğu kuvvet yeter de artardı. Onun hamle etmesine gerek kalmadan bir adam gürzünü sallayarak üzerine saldırdı. Sato dizlerinin üzerinde hafifçe eğilerek bu saldırıdan kurtuldu. Hemen sonra hızlıca sıçrayarak yumruğunu adamın çenesine geçirdi. Yanına devrilen arkadaşını umursamayan bir başka haydut savaş çığlığı atarak Sato'nun üzerine doğru atıldı. Ancak rakibine bir çizik dahi atamadan kasıklarına yediği tekmenin acısıyla iki büklüm öylece kalakaldı. Doğrulmaya fırsat bulamadan Sato'nun ketene sarılmış ayağını çenesinin üzerinde buldu. Ağzına dolan kan ve kırık diş bulamacından birkaç tükürükle kurtulamayan adam keşişle baş edemeyeceğini anladı. Bayılmış arkadaşını omuzlayarak savaş alanını terk etti. Ancak diğerleri onun kadar akıllı ve şanslı değildi.


Pes edenler sırayla saldırmanın fayda vermeyeceğini kanıtlamıştı. Bunu anlayan haydutlardan üçü aynı anda hücum etti. Keşişin ellerini meşgul etmek için ikisi ön cepheden saldırmıştı. Bu ikisini takiben üçüncüsü onu sırtından bıçaklamak için hamle etti. Uzun menziline güvenen bir okçu dağın yamacından bir ok salladı. Bu manzarada genç keşişin kurtulamayacağı düşünülebilirdi. Ancak savaş zekası yüksek olan Sato ilk andan itibaren bir plana sahipti. İlk olarak en yakınındaki, ağzından köpükler saçarak saldıran kılıçlı adama doğru yöneldi. Çıplak çeliğin keskinliğini umursamadan haydudun silahını bir eliyle tuttu. Ardından onu kafasından yakalayarak etten kalkan olsun diye arkasına sığındı. Suç arkadaşlarının darbeleriyle inleyen adam gözüne saplanan ve beynine kadar ilerleyen ok yüzünden can verdi. Sato onun güçten kesilmiş parmaklarından sıyrılan kılıcı alıp yayına yeni bir ok yerleştirmeye çalışan adama bir mızrak gibi fırlattı. Okçuyu bu darbeyle etkisiz hale getiren Sato kocaman avcundayken kafası elma kadar görünen cesedi yere bıraktı. İki haydut yoldaşlarını istemeden de olsa öldürdüğü için afallamıştı. Sato bu aymazların başını ani bir saldırıyla birbirine vurdu. Kafataslarının çatırdaması kocamış bir ağacın yıkılışını andıran bir sesi vadinin etrafına yaydı. Bu iki haydut bilincini yitirdiği için pirinç çuvalı gibi gürültüyle yere devrildi. Sato onların intikamını almak için hücuma geçen diğerlerine verdi dikkatini. Bir eşkıyanın boğazına elinin tersiyle vurup onu nefessiz bıraktı. Hemen sonra kalbinin üzerine taştan farksız ayasıyla sert bir darbe indirdi. Böylece rakibini uzun süre kendine gelemeyecek kadar hırpalamış oldu. Bu sırada düşmanlarının saldırmakla geri çekilmek arasındaki bir kararsızlıkta çırpındığını fark etti. Bir rakibin en savunmasız olduğu anın kararsızlık olduğunu iyi bilen Sato artık bu savaşın galibi olduğunu anladı. Çılgınca titreyen ellerindeki baltayı savurmaktan aciz bir haydudu karnına vurduğu tekmeyle birkaç adım öteye yolladı. Bir diğerini art arda yumruklarla pestile çevirdi. Öyle ki ellerinin üzerindeki deri yarılmaya başladı. Beceriksizliğinin bedelini ödeyen dokuz suç ortağını kaybedenler artık kaçmanın vakti geldi diye düşündüler. Sato onları kovalayarak kuvvetini harcamak istemediğinden yoluna devam etmeye karar verdi.


Kefalon'u gizlendiği çalıların ardından çıkardıktan sonra üzerine bindi. Artık zemini düzensiz taşlardan ibaret olan vadiyi aşmıştı. Önünde uzanan orman oldukça sık ağaçlardan oluşsa da bir atın rahatça ilerleyebileceği çimenli bir yol sunuyordu. Kefalon sahibinin ağırlığını umursamadan ağır adımlarla yol almaya başladı. Serin rüzgarların tenini narince okşadığı, ağaç kabuğu ve çiçek kokularının ruhunda tam bir şenlik yarattığı bu orman genç keşişin bütün yorgunluğunu alıp götürmüştü. Kendini heyecan ve öfkeyle dolup taştığı bir dövüşten çıkmış gibi değil keyifli bir yolculuğu devam ettiriyormuş gibi hissetti Sato. Manastır yıllarından bu zamana kadar ezberinde kalmış bir şarkının ritmini ıslıkla çalmaya başladı. Akşamüzerine kadar sadece kendi sesini dinleyerek ilerledi. Bu kimsesiz ormanda herhangi bir sorunla karşılaşacağını zannetmediğinden atının boynuna sarılarak uyuklamaya başladı. Kefalon da onun rahatını kaçırmamak için iyice yavaşladı. Sato uykusu ağırlaşmaya başladığı bir anda sanki beyninde bir şimşek çakmış gibi irkildi. Her tarafı karşı konulmaz bir korkunun etkisiyle titremeye başladı. Ürkütücü bir tehlikenin sökün etmek üzere olduğunu hissetmiş ama çok geç kalmıştı. Atının bacağına sarılan bir kuyruk zavallı hayvanı büyük bir kuvvetle ormanın karanlık koynuna çekti. Sato dengesini yitirip sırtüstü devrildi. Saf kastan ibaret olan bedeni acı hissetmese de kafasının denk geldiği taş onu ciddi anlamda yaraladı. Bu saldıran her ne ise Kefalon'a merhametle davranmayacağı belliydi. Sato başının ardından oluk oluk akan kana aldırmadan doğruldu. Tanrının kudretine bu dehşetengiz düşmana karşı muhtaç olduğu su götürmezdi. Hiç düşünmeden kuvvetli bir duaya başvurdu.


"Kili barshan immertalis va kasumeran serakis dekiras. Remma kila vehanis, karvesul rila orfesul sunradevis. (Bana toprağın ölümsüzlüğünü ve ateşin gücünü bahşet. Ölüm beni ezmesin, kuvvetim senin kudretine benzesin.)" dedi bulanan aklına rağmen. Sesi azalarak sönse de son kelime ağzından çıktığı anda tanrının yüce kolları onu sarıp sarmaladı. Vücudunun etrafında koyu yeşilden yoğun bir buhar belirdi. Yakın mesafedeki ölü yapraklar, hafif çakıl taşları ve yaşananlardan bihaber böcekler uçuşmaya başladı. Yaraları kabuk bile bağlamadan silinip gitti. Zorlu yolculuğunun ve birkaç saat öncesinde giriştiği kavganın kendisinden götürdüğü enerji fazlasıyla geri geldi. Kefalon'u kaderiyle baş başa bırakmamak için bir yıldırım gibi ileri atıldı. Birkaç saniye sonra kuyruğun uzatıldığı yere vardı. Atını sarının en iğrenç haline sahip upuzun dişlerin arasında buldu. Henüz ısırılmamış Kefalon'u daha fazla zarar görmeden evvel kurtarmak için düşünmeden saldırdı. Tekmesini bir balyoz gibi dişlerin etrafını saran yağlı çepere indirdi. Tükürükler saçarak inleyen yaratık Kefalon'u bırakmak zorunda kaldı. Sato hayvanı sırtladığı gibi oradan uzaklaştırdı. Sıradan askerlerin arasında koştururken korku nedir bilmeyen Kefalon bu garabet karşısında çok ürkmüştü. Sato'nun merhametli dokunuşlarıyla bir nebze sakinleyen hayvan sonradan uzaklaşmayı seçti. Genç keşiş bu yaratığın serbest kalmasını herkes için tehlikeli bulduğundan yeniden yüzleşmek istedi. Tam o sırada üzerine az önce olduğu gibi kuyruğun geldiğini gördü. Mora çalan mukusla sıvalı kuyruğu tutup kendine çekti. Çekilmenin etkisiyle yaklaşmakta olan canavar onu dumura uğrattı.


Biraz önce atını kurtarmak için öne atılan Sato nasıl bir garabetle karşılaştığını fark edememişti. Artık üzerine gelen canavarı bütün ayrıntılarıyla görebilmekteydi. Morun mide bulandırıcı kirli tonundaki derisi, derisinin üzerindeki onlarca boynuz, göğsünün tam ortasında çukur gibi ağız, ağzından taşan bir karış boyundaki dişleri, sırtının her yerindeki kuyruklar onu tehlikeli ve korkutucu kılıyordu. Yüzünün olması gereken yerdeki yekpare et parçasının üzerinde kapaktan yoksun tek bir göz bulunuyordu. Sato fırsatı varken ona sağlam bir darbe indirmesi gerektiğini düşündü. Gevşeyen elindeki kuyruğu sıkıca kavrayıp kuvvetle çekti kendine. Yakın mesafeye gelince tanrının kudretiyle yıkanmış yumruğunu yaratığın boğazına oturttu. Ciyaklamalar eşliğinde çırpınan, canını kurtarmaya çalışan yaratığa saldırma fırsatını vermek istemedi Sato. Art arda acımasız darbeler indirmeye devam etti. Ancak ne kadar sert vursa da canavarda gözle görülür bir tahribat yaratamıyordu. Sadece acı çektiğini belli eden inlemeler çıkarıyordu yaratık. Vıcık vıcık eti sanki sakızdan yapılmış gibiydi. Kanamıyor ve yaralanmıyordu. Üstelik Sato'nun eli boynuzlara denk geldiği zaman derince kesiliyordu. Bu gudubet çektiği acıdan usanmış olacak ki sırtındaki kuyrukları keşişin bileklerine sarıp onun saldırısını sonlandırdı. Ardından keşişin omzuna kocaman dişlerini geçirerek kemiklerine kadar ısırdı. Bu beklenmedik hamle karşısında Sato'nun dizleri titredi, gövdesi bütünüyle kan içinde kaldı. Bu ısırığın yarası canavar dişlerini çekmediğinden bir türlü iyileşemiyordu. Sato omzundaki dişlerden ikisini tutarak kendinden uzaklaştırmaya çalıştı. Bunun fayda etmediğini görünce dişleri avcunun içinde kırıp bir kenara attı. Hemen ardından tüm kuvvetiyle bir tekme savurdu. Bunun sonucunda omzu boynuna kadar derince yarılmış olsa da yaratıktan kurtulabilmişti. Yırtık ve kanlı cübbeyi üzerinden çekip çıkardı. Çelikten dökülmüş gibi sert, yaşananların hararetiyle alev alev yanan kasları meydana çıkmıştı.


Gözle görmenin mümkün olmadığı bir hızla ilerleyip yaratığın kafasına bir tekme indirdi. Sıradan insanlar için ölümcül olan bu darbeye maruz kalan iğrenç kafa toprağa sapladı. Sato vakit kaybetmeden lakabına uygun, rüzgarı kıran bir tekme koydu yaratığın sırtına. Öyle ki gudubet sapan taşı gibi bir ağacın gövdesinde buldu kendini. Ancak kale surları yıkacak kadar güçlü darbelere maruz kalmamış gibi anında doğruldu. Kuyruklarını keşişin üzerine yollasa da denk getiremedi. Çünkü Sato bunun tehlikeli olduğunu anlamıştı çoktan. Zikzaklar çizer gibi koşarak kuyruklardan uzak kalmıştı. Daha sonra yaratığın yanına varıp sağlam bir yumruk indirmek istedi. Ancak derisindeki gözeneklerden koyu bir mürekkep püskürten yaratık Sato'yu geri çekilmeye zorladı. Gözlerine inen kara perde yüzünden görüşünü yitiren keşiş parmaklarıyla mürekkebi temizlemeye uğraştı. Bu haldeyken her saldırıya karşı savunmasızdı. Bu sırada ayak bileklerine sarılan kuyruklar onu yere devirip birkaç adım boyunca sürükledi. Sato nelerin gerçekleştiğini ancak tahmin edebilirdi bu haldeyken. Böyle bir duruma daha önce hiç düşmemişti. Kör olmak daha önce aklına bile gelmemişti. Tırnaklarını toprağa geçirerek sürüklenmemin önüne geçti. Bacaklarını göğsüne çektikten sonra bir elinde topladığı kuyrukları bir seferde kopardı. Hızlıca ve beceriksizce ayağa kalktıktan sonra geri çekildi.


Bu haldeyken savaşması imkansızdı. Gözlerini yıkamak için belindeki mataraya uzattı elini. O sırada suratının tam ortasına kırbaç gibi bir darbe yedi. Aynısı göğsüne, omzuna, kollarına, bacaklarına, kasığına da oldu. Yere devrilip acıyla kıvrandı. Göremiyordu ve canı çok yanıyordu. Canının yanması onu ilk defa korkutuyordu. Korkuyu uzun zaman sonra ilk defa bu kadar yoğun hissediyordu. Onlarca kez kuyrukların kırbaç gibi şakıyan darbesine maruz kalan Sato etinin derince yarıldığını hissetti. Yaralanıyor, yaraları iyileşiyor ve tekrar yaralanıyordu. Savaşa girişmeden önce dua ettiğine hiç bu kadar minnettar olmamıştı. Kanının üzerinde yattığı çimenleri ıslattığını hissetti. "Bunun bir sonu yok mu?" diye düşündü. Daha sonra böyle düşünmenin fayda etmeyeceğini düşündü. En sonundaysa düşünmenin fayda etmeyeceğini düşündü. "Ne yapacağım şimdi ben?" diye geçirdi içinden. Bu ormanda, bu zamanda, bu halde mi ölecekti? Arkadaşlarına söz vermişti Alagossa'da buluşmak için. Ustasına söz vermişti bir gün Reksa'ya dönmek için. Kendine söz vermişti geçmişinin intikamını almak ve yeryüzündeki kötülüğün kökünü kazımak için. Belki de bu kadar söz vermemesi gerekirdi. Artık herkesi ve kendisini yüz üstü bırakıyordu.


"Ölecek miyim?" diye düşündü. Ölecek miydi? Ölecek olması kimseyi üzecek miydi? Gandesur haber aldığında kesinlikle kahrolurdu. En çok o severdi çünkü Sato'yu. İsmini koyan, büyütüp yetiştiren oydu. Belki Ren de üzülürdü. 'Belki' demek gereksizdi. Ren mutlaka üzülürdü. Onun yumuşak tabiatını biliyordu çünkü. Sato, Aetir'e uğradığı günü düşündü. Bir yanlış anlaşılmadan ötürü Ren'in boynunu uçurmak üzere olduğunu düşündü. Şövalyeyi öldürseydi hikayesi başka türlü yazılır mıydı? Perjev'e, Erravan'a uğramasaydı hikayesi farklı sonlanır mıydı? Kotarin'i hiç görmese, o mektubu almasa hayrına mı olurdu? Hatta ilk başta, doğum günündeki ayin sırasında Gandesur onu hiç kurtarmasaydı... Ve daha binlerce düşünce... Sato tırnağını avcuna geçirdi. "Hayır!" dedi içinden. Hayatından ve ölümünden memnundu. Kimseyi suçlamayacaktı. Onlarca insanı içine düştüğü çukurdan kurtarmış, onların şükran ve minnetiyle kalbini ısıtmıştı. Sevmiş, sevilmiş, kurtarılmış ve kurtarmıştı. Buğday başaklarını titreten cılız bir rüzgar gibi göçüp gitmek istiyordu. Bu dileği en sonunda gerçekleşecekti belki de. O sırada Sato'nun üzerine bir farkındalık çöktü. Kuyrukların nereden gelip nereye vurduğunu anlayabiliyordu artık. Bu sefer adeta savaş narası atar gibi tekrar etti: Hayır! İnancını ve kuvvetini tazeledi. Güç bela ayağa kalktı. Kırbaçlar hâlâ üzerinde şakıyor olsa da acıtmıyordu. "''Ben Sato. Rüzgarkıran olarak tanırlar beni. Sana meydan okuyorum." dedi rakibinin kim olduğunu umursamadığı günlere geri dönmek için. Zaten görmeyen gözlerini yumdu. Üzerine doğru gelen iki kuyruğu havadayken tuttu. Yaratığı son kez kendine çekti. Son kez saldırmaya hazırlandı. Yakınına geldiği zaman kocaman ağzın üstüne bir elini, altına diğer elini koydu. Bu savaşta son kez tanrının kudretine başvurdu ve kuvvetle ayırdı yaratığı ortadan ikiye. Ve savaş böylece son buldu.


Sato yere devrilmemek için kendini zorladı. Zedelediği gururunu yine kendisi iyileştirmeliydi ve bu dizlerinin üzerinde olmayacaktı. Bir daha asla az önceki kadar aciz görünmeyecekti. En azından kendini böyle avutuyordu. El yordamıyla matarasını aldı. Suyu avcuna döküp gözlerini yıkadı. Mürekkep akıp gitse de gözleri hâlâ cayır cayır yanıyordu. İlk başta bulanık olan görüşü vakit geçtikçe düzeliyordu. Ağaca yaslanıp bir süre soluklandı. Yaraları iyileşiyor ama acısı bir türlü geçmiyordu. "Hakikaten güzel hırpalandım bugün." dedi ve kıkırdadı. Sonradan bu kıkırdama kahkahaya evirildi. Sinirleri fazlasıyla bozulmuştu. Gülüşü azalarak sona erdi ve en sonunda sakinleşip sessizleşti. Yola devam etmeliydi artık. Geldiği yöne doğru yürüyecekken gözüne bir kristal ilişti. Bu kristal, bir karış boyunda, ince uzun ve kıpkızıldı. Sato bunun nereden geldiğini bilmese de üzerindeki morumsu mukusa bakarak yaratıkla ilişkili olduğunu anladı. Aklına yıldırım gibi bir fikirler çaktı. Yaratık her ne kadar iğrenç ve korkutucu olsa da insani bir tarafı vardı. "İnsan değil ama belli ki bir zamanlar öyleymiş. Kimeru'yla birlikte savaşmak zorunda kaldığım insan-akrep kırması gibi. İkisinin arasında bir bağ olmalı mutlaka. Kimeru burada olup bu kristali görseydi keşke. Büyü Akademisi'nin kütüphanesi Manastır'daki arşivi gölgede bırakır. Mutlaka bir şeyler biliyor olmalı." diye söylendi. Kristali alıp bel çantasına koydu. Ömrü arkadaşlarıyla Alagossa'da buluşmaya elverirse büyücüye soracaktı.


Sato ormanda hızlı adımlarla ilerleyip etrafı kolaçan ederken atını çağırmaya başladı. "Kefalon, tehlike geçti artık. Buraya gelebilirsin. Kefalon!" diye çınlattı ormanı. Bir süre sonra zavallı hayvan korkuyu üzerinden atamamış bir halde kendini gösterdi. Sahibini tepeden tırnağa kan içinde görünce korkusu tekrar alevlendi. Olduğu yerde sıçrayıp duruyor, olmayan bir düşmana çifteler atıyordu. Sato temkinli adımlarla ona yaklaşarak sakinleştirmeye çalıştı. "Sakin ol, oğlum. Sakin ol. Ben iyiyim, sen de iyisin. Her şey geçti. Sakin ol da yola devam edelim." dedi merhametli bir sesle. Kefalon sığınır gibi sahibinin yanına sokuldu. Genç ve yorgun keşiş onun boynunu sıvazlayıp kocaman alnını güzelce öptü. "Seni bu belaya ortak etmemeliydim. Özür dilerim, güzel dostum. Bir daha olmaması için dikkat edeceğim." dedi. Sato atını kirletmemek için üzerine binmedi. Yularından tutup yürümeye başladı. Ormanın içinde biraz yürüdükten sonra temiz bir akarsuya ulaştılar. Kefalon akarsuyun yukarı kısmında su içerken Sato biraz aşağısında yıkandı. Atının gür çimenlerde otladığı sırada Sato erzak çantasından çıkardığı peksimet ve kuru etle karnını doyurdu. Artık daha iyi hissediyordu. Kirli kıyafetlerini değiştirmek için çantasından iç çamaşırı ve Misaki'nin verdiği kaşif kıyafetini çıkardı. Temiz kıyafetlerle Kefalon'un sırtına atladıktan sonra yola kendinden emin ve daha hızlı devam etti. Ormanın geriye kalan kısmını, on iki fersah mesafeyi kısa sürede aştı. Az sonra gözüne çarpan, çalıların arasında belli belirsiz görünen ahşabı kararmış eski bir tabela Kaladril'in yönünü gösterdi. Fıstıkçamı ve gürgen ağaçlarının bir duvar gibi çevrelediği dar bir patikadan girilmesi gerekiyordu. Bu engeli aşarken pek güçlük çekmedi. "O canavar bir tür muhafız vazifesi üstleniyor olmalı. Onu bertaraf ettikten sonra hiçbir sorunla karşılaşmadım. Dağın kalbindeki alanda heykel sandığım garabetse Kotarin'in odasını korumaktaydı. Aradaki bağlantı kendini ele vermeye başladı." diye söylendi.


Patikadan ayrıldıktan sonra bir fersahtan biraz daha geniş bir ovaya vardı. Ovanın tam ortasında zamanın yumruğu altında ezilmiş, üzeri defalarca kez çatlamış, toza bulanmış mermer bir sütun yükseliyordu. Bu büyük sütunun etrafında birkaç tane daha irili ufaklı, devrilmiş ya da kırılmış sütun vardı. Kaladril'den geriye kalan bu kadardı. Daha fazlası değil... Asurah'ın emir ve arzusuyla inşa edilmiş, bir tanrının azametini yansıtsın diye kurulmuş başkentten bu kadar aciz bir kalıntı görmek insanı düşünmeye sevk ediyordu. Acımasızlığın ve korku hakimiyetinin elbet bir gün yıkılacağını gösteriyordu. "Söz konusu bir tanrı bile olsa yozlaşmak mahvoluşa neden olur. İyi kalmanın önemini bir kez daha anladım." dedi Sato inancını bütünüyle meydana sererek. Atından inip yolun devamını yürüyerek geçti.


Ovanın diğer yakasında birçok çadır, civarında onlarca at vardı. Yakılan odun ateşinin üzerinde kaynayan kazanlardan havaya buhar ve dumanın yükseldiğini gördü. Pişen yemeklerden etrafa yayılan hoş kokuları içine çekti. Başka şehirden köyüne dönen yaşlı bir adam gibi yumuşak bir özlemle ağır aksak çadırlara doğru yürüdü. Onun geldiğini gören birkaç çocuk sevinç çığlıkları atarak misafirlerinin yanına vardı. Sato da gülümseyerek onların başını okşadı. Bu sırada çadırlarda gözle görülür bir heyecan başlamıştı. Gencinden yaşlısına herkes neyle meşgulse bir kenara bırakıp Sato'nun etrafında birleşti. Esmer yüzlerdeki mutluluğu, kediyi andıran çekik gözlerdeki parıltıyı gören genç keşişin içinde dolgun bir sevgi yükseldi. Adını bildiği herkese samimiyetle selam verdi. Yaşadığı zor şartlara rağmen belki de sayesinde yaşlılığını belli etmeyen bir adam kalabalığı yarıp öne çıktı. Yünden örülmüş ince bir ceket ve ipekten bir gömlek giymiş, boynuna çakal dişlerinden bir kolye takmıştı. Yaşlı adam yıllardır görmediği ve görmeyi arzuladığı bu genç dostuna sıkıca sarıldı. Daha sonra koluna girip onu diğerlerine kıyasla biraz daha görkemli görünen kendi çadırına götürdü. Tertemiz halılar, rahat minderler ve şık sehpalarla donatılmış çadırda bir kadın yüksek bir divana oturmuş kitap okuyordu. Sato'nun gelişi onun dikkatini çekti. Başını okuduğu kitaptan kaldırıp "Hoş geldin, kurtarıcımız." dedi.


"Hoş buldum, ismim yeterli demiştim daha öncesinde. Görüşmeyeli nasılsın, sağlığın yerinde mi Sardana?" diye yanıtladı onu Sato. Sardana'nın önünde hafifçe eğilerek saygısını belirtti. Daha sonra onun yakınındaki bir mindere oturdu.


"Tavsiyelerin sayesinde çok daha iyiyim. Başkentteyken borcumu ödeme fırsatı vermemiştin. O günleri hiç unutmadım. Bu misafirliğin çok mutlu etti beni. Umarım hasretimizi giderecek kadar yanımızda kalırsın." dedi Sardana. Sözlerinde samimi olduğu yüzündeki ışıltılı gülümsemeden belliydi. Okuduğu kitabı hemen yanındaki sehpanın üzerine koydu.


"Önemli bir mesele için geldim. Çözmem gereken bir dava... Birkaç günümü mutlaka burada geçirmem gerekiyor." dedi Sato. Bu sırada yaşlı adam bir sürahi dolusu süt ve bardak getirip misafirinin önüne koydu. Daha sonra Sardana'nın yanındaki yerini aldı. Genç keşiş bardağına ılık sütü doldurup bir yudum aldı. Yorgunluğunun azaldığını, rahatladığını hissetti. "Süt her zamanki gibi leziz. Teşekkür ederim, Emril." dedi bardağını ikinci kez doldururken.


"Rica ederim. Senin geleceğini hissetmiş gibi kısraklar bu sabah bolca süt verdi. Güzel bir sofra hazırlamaları için emir verdim. Birazdan akşam yemeği hazır olur." dedi.


Emril'in dediği gibi çok geçmeden akşam yemeği için sofra kuruldu. Sofranın başına Emril ve eşi Sardana oturdu. Onur konuğu olarak Sato onların yanına, sofranın sağına oturtuldu. Kadınlar, çocuklar ve erkekler sıra gözetmeksizin istediği yere yerleşti. Haşlanmış ve kızartılmış koyun eti, buğday ve mercimek çorbası, haşlanmış sebze, tavşan yahnisi ve ekmek vardı yemekte. Bu göçebe halk "Merhametini ve cömertliğini esirgemediğin için sana şükrederiz, Yüce Yondaru!" diye dua ederken Sato memnuniyetle onlara eşlik etti. Daha sonra yemek ve sohbet faslı büyük bir keyifle başladı. Genç keşiş hepsi özenle hazırlanıp pişirilmiş yemeklerin lezzetine hayran kaldı. Emril keşişin tabağındaki yemek her azaldığında ona reddetme fırsatı vermeden tazeledi. Sato karnını tıka basa doyurduktan sonra teşekkür edip sofradan kalktı. Bir bardak şerbet alarak ovanın içinde yürümeye başladı. Esen serin rüzgarın dokunuşunu teninde hissederken yine düşüncelere dalmıştı. Kökünden ayrılmış, içi boşalmış bir kütüğün üzerine oturdu. Kotarin'in verdiği mektubu düşündü. Tilkiyi sembol olarak benimsemiş adam bu ovaya mı gelecekti? Sıradaki hedefi buradaki göçebeler miydi yoksa? Öyleyse bu insanların bir an önce güvenli bir bölgeye tahliye edilmesi gerekiyordu. İtago kimdi? Kotarin ile nasıl bir ilişkisi vardı? Bu soruların etkisindeyken Emril onun yanına yaklaştı.


"Dost meclisi için gereğinden fazla düşüncelisin, genç dostum. Konuşmak istersen dinlerim seni." dedi Emril genç keşişin yanına otururken. Sato aklında dolanıp duran fikirlerin sakıncasından ötürü genel geçer konulardan bahsetmek istedi.


"Geçmişi düşünüyordum. Nereden başlayıp nereye vardığımı... Nasıl anlatsam bilemiyorum. Buradan bakınca yollarda geçirdiğim üç senenin hesabını tutmak çok zor geliyor bana. İyisiyle kötüsüyle üç yıl..." diye mırıldanır gibi konuştu Sato. Emril kısa bir süre onun yüzüne anlamaz gibi bakındı. "Hesap tutmak benim gibi ihtiyarların işidir. Genelde ölüm döşeğinde şöyle bir düşünürüz başımızdan geçenleri. Senin adına bunun için biraz erken değil mi?" dedi. Sato şerbetinden bir yudum aldıktan sonra hüzünlü bir tavırla konuştu. "Haklısın, yaşıma göre erken ama ruhuma göre tam da vaktinde. Kan, gözyaşı ve ölümle geçen günler insanı yaşlandırıyor. Yarını göremeyecekmiş gibi hissediyorum bazen. Bazen de yarını görmesem daha mı iyi olur diye düşünüyorum." Emril onun koluna girip ayağa kaldırdıktan sonra birlikte çadırlara doğru yürümeye başladılar. "Keşiş olmanın ne anlama geldiğini bilmiyorum. Uzaktan bakınca zor zamanlar geçirdiğinizi anlamak güç değil. Ayrıca uzaktan da yakından da bakılsa iyi kalpli olduğunuz anlaşılır ve ben iyi kalpli arkadaşımın böyle üzgün ve bir başına oturmasına izin veremem." dedi Emril. Halkına seslenip şenlik ateşini yakmalarını emretti. Sofra kaldırıldı, kuru odunlarla taze ateşler yakıldı. Çadırlarına uğrayan ozanlar masallarını yazdığı defterleriyle, müzisyenler çeşitli enstrümanlarıyla çıkageldi. Emril'in arzusuyla ova kısa sürede şenlik alanına dönüverdi. Müzik bütün neşesi ve keyfiyle insanların yüreğine yerleşince dans etmek şart oldu. Çocuklar acemice yetişkinleri taklit ederken, genç kızlar ve delikanlılar dansı görsel bir şölene çevirirken Sato göçebelerin liderleriyle birlikte alkışla tempo tuttu. Başka zaman olsa dansa zevkle katılacak olan Sato bu sefer izlemeyi tercih etti.


Biraz sonra Sardana'nın kulağına eğilip konuştu. "Akrabalarınızın soyundan gelen bir arkadaşım oldu. Kendisi burada olmak için eminim ki ömründen birkaç yılı verirdi." Meraklanan Sardana kim olduğunu sormadan edemedi. "Demirsancak ailesinden Kimeru..." diye cevapladı onu genç keşiş.


Sardana ve eşi Emril bunun üzerine bariz bir heyecanla ona yaklaştı. "Kimeru mu? Nasıl tanıştınız, sağlığı yerinde mi, dilediği gibi büyücü mü oldu?" diye birkaç soru yağdırdılar Sato'nun üzerine. Geçmişte kalmış bir ismi duymak onları sevindirmiş, anıları gaz yağıyla beslenmiş bir ateş gibi harlamıştı.


"Onunla Aetir'de geçirdiğim birkaç gün içinde tanışmıştım. Dilediği gibi büyücü olmuş. Aetir'in resmi büyücüsüydü benimle yola çıkana kadar. Sağlığı da oldukça yerinde." dedi.


Sardana onun dilini çözebilmek için koca bir bardak şarabı Sato'nun elini tutuşturdu. "Demirsancak ailesinden ayrılmamızın üzerinden birkaç nesil geçse de Kimeru yeğenim sayılır. Babasının sağlığında Penas Timanar'da bize bir köşk verilmişti. Kimeru el kadar çocukken beni teyzesi olarak görür, çoğu vaktini bizimle geçirirdi. Keşke burada olsaydı. Sahi neden gelmedi seninle birlikte?" dedi Sardana kendisi için de bir bardak şarap doldururken.


"Daha öncesinde söylediğim gibi buraya bir davanın peşine düştüğüm için geldim. Kimeru ise ruh peşinde... Muhtemelen Alagossa'ya doğru yola çıkmak için hazırlık yapıyor." dedi genç keşiş.


Sardana ve Emril tehlikeyi sezmiş birer tavşan gibi irkildi. İrice açılmış gözlerini Sato'nun üzerine diktiler. "Asurah'ın ruhunu mu istiyor? Nasıl olur? Sen onun dostu olarak böyle kötücül bir amaç için uğraşmasına nasıl izin verirsin?" dedi Emril. Sardana ise hayal kırıklığına uğramış ve hüzünlenmişti.


"Asurah'ın ruhu sandığınız kadar berbat değil. İki tarafı da keskin bir bıçak gibi düşünmelisiniz. İyilik için de kullanılabilir, kötülük için de. İki türlü de kullananı mahveder gerçi. Durum böyleyken engellemek için müdahale edersem haddimi aşmış olurum. Yine de içiniz ferah olsun. Terazinin kefesine kötülüğü koymaya cüret ederse onu bir dost ve keşiş olarak engellerim." diyen Sato'ya inanmayı seçen Sardana "Sana güveniyoruz, Sato. Sana her zaman güveniriz." dedi.


Bu sırada eşinin ve çocuğunun elinden tutan bir adam onların yanına yaklaştı. Genç keşişin önünde hafifçe eğilip selam verdiler. Sato adamın yüzüne bir süre bakıp kim olduğunu anlamaya çalıştı. Kısa bir an sonra onun Elizen davasında sorguladığı ve suçunu affettiği adam olduğunu anladı. "Hayatımı bağışladığın için teşekkür etmek istedim. Senin sayende ailemi güven ve huzur içinde yaşatabiliyorum." dedi adam. Sato onların büyük bir minnetle ettikleri teşekkürü kibarca kabul etti. Sardana'nın isteği üzerine onlar da geniş bir mindere yerleşti. Çocuğa süt ikram edilirken adama ve eşine şarap verildi. Hep birlikte şenliği izlemeye başladılar. Sato ise verdiği bir kararın kimleri ilgilendirdiğini, nelere yol açabileceğini, kimi neyden mahrum edebileceğini ve kime neyi bahşedebileceğini düşünerek dehşetle irkildi. Onun için ölüm ve yaşamak daha belirgin hale geldiği gibi cezalandırmak ve bağışlamak da farklı anlamlar kazandı. Daha dikkatli ve sakin olmalıydı Sato. Bağışlamanın ödülünü görmek onu sevindirse de cezalandırmanın sonucunu kabullenebilir miydi? Düşünceleri daha fazla derinleşemeden dikkatini bir soru çekti. "Söylediğin gibi bu halk beni ve ailemi memnuniyetle kabul etti. Seni çok sevdikleri her hallerinden belli. Aranızda nasıl bir bağ var?" diye sordu adam. Sato geçmişi birkaç sözle açıklamakla yetinse de Emril buna izin vermedi. Ona göre gelecek nesillere aktarılsın diye yazıldıkları masallara konu olmuş olaylar birkaç sözle geçiştirilemezdi. Sardana öksürerek boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.


"Üç sene önce yurdumuz kuraklığın pençesindeydi. Göç etmek ve aç susuz kalıp ölmekten ibaretti seçenekler. Tası tarağı sırtlayıp batıya göç ettik sürülerimizle beraber. Yol üzerinde uğradığımız şehirler, kasabalar, köyle bizi kabul etmedi. Kalabalıktık. Vatandaşlarından önce bizi beslemeye tenezzül etmiyordu hiçbir şehir. Kovulmaktan başka bir muamele görmedik. Atlarımızı otlatmamıza dahi müsaade edilmedi. Haftalar boyunca sadece kızgın güneş, kuru otlar, çamurlu suyun dostluğunu görerek yol teptik. Başkente varana kadar ne sürü ne de erzak kalmıştı geriye. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar bir deri bir kemik kalmıştı. Pelte gibi olmuş, güçten kuvvetten kesilmiş erkekler açlığın etkisiyle bir ormana daldı. Kralın ormanıymış. Bir ulu geyik bulup getirdiler. Kesip yedik. Kralın geyiğiymiş. Günler sonra ilk defa karnımız doydu diye sevinirken Kangiri Lejyonu çöktü ensemize. Affı olmayan bir suç işlediğimiz söylendi. Hayatını ormanlarda, çayırlarda geçiren bizler için bir geyiği kesip yemek suç değildi. Kralın malını gasp etmekten yargılandık. Söylendiğine göre ulu geyik belki bir belki iki tane kalmış yeryüzünde. Yetişkin kadın ve erkeklerin idamı, çocukların hapsi istendi. O sırada şehre uğrayan yirmi bir yaşındaki bir keşiş olmasaydı istenen infaz gerçekleşirdi. Yalnız başına koca bir şehrin karşısına çıkıp verilen kararı reddetti. Hakimle giriştiği müzakereler sonucu kralın ormanına bir ulu geyik getirilebilirse kararın değişeceği söylendi. Genç keşiş ulu geyiği mutlaka getireceğini söyleyerek şehirden ayrıldı. Bu sırada biz mahzenlerde koyun koyuna girmiş, ecel terleri dökerek bekliyorduk ne olup biteceğini. Üç gün sonra, sabahın erken saatlerinde şehre genç keşiş geri döndü. Sato yularından tuttuğu ulu geyiği mahkemeye teslim etti. Böylelikle hayatımız kurtuldu." diye anlattı Sardana geçmişin bir kısmını. Sato bir maşrapa şarabı yanına alarak ona ayrılmış çadıra gitti. Rahat bir yatağa uzanıp dinlenmek geçmişi yad etmekten daha gerekli gelmişti o sırada.