Sanırım bir daha asla göğümü kanımla kızıla boyayamayacağım. Çünkü kan akıtmak, aynalara bakmanın illegal olduğu şu devirde Güneş’i silahla tehdit etmekle eşdeğer. Bu şehirlerin hükümdarları aynalardan değil, aynaların kırılacak olma ihtimalinden korkar. Aynalar kırılır, insanın gerçeklik algısı yerle yeksan olur. Burunlar Zanni isimli o cibiliyetsiz soytarı gibi uzar örneğin, uzar, uzar. Kişi Pinokyo’ya rahmet okutur bu haliyle. Gözleri ikidir, beşe evrilir. Dudakları çenesine sarkar. Yavaşça yiter, en sonunda dünyası -bir nevi dünya- hiç olur.

                         ***

Iksion gibi sonsuz cehennem azabına çarptırılmıştım ve kirletilebilecek tek şey vicdanımdı. Vicdanımla geçen sonsuz gecenin sonunda ise Kentauros değil, acı doğmuştu ki acı, ümidin baş harfiydi: ümitle dolan yürekler ölümle mühürlenirdi. Onun -acı’mın- doğumunu Bakkhos şenliklerine rahmet okutacak şekilde kutladılar. Parthenopaios’tum*, Hera oldum. Belimdeki kırmızı ipi denizlere savurup yeni diyarlara doğru yola koyuldum. Şimdi denize bakıp kafalarıyla kestanelere gömütler kazan her mazlum çığlıklarımı daha bir işitiyor. Bu gerçek naçiz bedenimi çürütüyor fakat arzum bu yönde zaten. Çürümek, unutulmak. 

Bakın. Sıhhatli bir ayak fasulye şeklinde oyuk izler bırakır zeminde fakat benim ayaklarımın izi olduğu gibi çıkar. Ben neysem oyum. Kalıbımı doldurayım derken kanıyorum bazen fakat kendimi insanların gözünde eksiltmiyorum asla. Doğru olan eksiltmek. Zira ayaklar kavissiz doğdular. Fakat hayır, hayır!

Gözlerimi açtım. Başka bir saçmalık. Dev bir selvinin toprağın yüzeyine taşmış ince kökleri arasında ezilip büzülmüştüm. Selvinin kökleri alevdenmiş ve yanmaktan korkuyormuşum gibi. Hemen sonrasında berimde bir buz parçası olduğunu gördüm. Güneş ışıkları yüzeyinde minik bir gökkuşağı peyda etmişti. Onu kaldırdım. İşte, ben! Soluk bir beniz, koca bir ağız ve çökük avurtlar. Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyordum fakat kaç yaşında olursam olayım olduğumdan yaşlı göründüğüme emindim. Uyumakta olan biri için fazla yaşlı. En azından uykumu almış şekilde uyanacaktım ve bu tek tesellimdi. Buzdan parçanın arkasını çevirdim. Tanrı’m, Ianthe!

Ağzı kocaman açık, göz akı yanaklarına sünmüş. Onu bıraktığım haliyle kalmıştı. Birden o donuk yansıma hareket etti. Burnundan kan boşandığını gördüm. Dudak çukurunda yine iki damla kan! Sonra hapşırdı. Buz parçasından yüzüme kanlar sıçradı. Onu hemen arkaya, gerçekleri yansıtan tarafa çevirdim. Gülümsüyordum. Ağlıyordum fakat buz üzerinde gördüğüm şey gülümseyen birinin -benim!- suratıydı -suratımdı-. Tanrı’m!