Yakut savatlı altından bir tacın altında dar bir alın gördüm. O iri gözler gözyaşı çukuruna gölge düşürüyor; kız, gözyaşlarının nakşolmadığı kalplere küfürler yağdırıyordu. Rahminde iki gonca yeşerdiğini söyledi bana. Birinin adı Habil, diğerinin adı Kabil’miş.

Biri öldüğünde cesedi diğerinin bedenini çürütecek, o dayanılmaz koku -kızın pişmanlığının tecessümü- tüm evrene sünecekmiş. En sonunda tanrının burnunun direği sızlayacak ve sırf burnunun direği sızladığı için hurilerin cenneti ateşe vermesine göz yumacakmış. Mış da mış. 

Dinle! Kanımla bir kütüğün göbeğine sarmallar çizdim. Kütüğün üstüne yağmurlar çiseledi. Sırtladım onu. Kütüğü. Kütük de kütük. Yedi parçaya bölüp bir sunağa koydum ardından.

Ey kızıl kirpikli kadın! Ey kanayan, kanatan kadın! Sen miydin yakan beni? Yakan ve yakan ve yakan ve kütüğümü aşıran. Dua et. Tanrı’nın kataraktı azmıştı o sıralar ve hiçbir hekim gökle bir değildi. Kütüğü çıkardın cebinden. Aldım onu. Yere vura vura parçaladım. Sol serçe parmağıma kıymık battı. Yaklaştın ve yaladın onu; dişlerinle söktün etimden. Dudaklarının kıvrımları sen bunu yaparken aklıma kazındı. O günden sonra ne zaman Rabb’imin kursağına varmayı arzulasam dudaklarını düşledim. Fakat her seferinde burnun kanadı. Kirpiklerin bacaklarınla birlikte uzadı ve saçların döküldü. Başındaki taçta kurtçuklar üredi. Her yer, her yer onlarla doldu. Bedenimin tamamını yiyip bitirdiler. Benden mütebaki tek şey bir çift pabuç oldu. Ve ben, bir çift pabuç olarak bana vacip görüleni yapıp kara bulutları ezdim. Bir daha mazlumların başına çöreklenemesinler, yeryüzüne elem dağıtamasınlar diye.

                           ***

   Başıma gelen olayların tümünün başrolünde kızıl kirpikli uzun kadın vardı. Ona Ianthe adını verdim. 

IantheIantheIanthe.

Onu bir sonraki görüşümde ayna tutacaktım alnına. Yazgısını bilsin ve peşimi bıraksın diye. Bir sonraki sefer Doonham’da uyanmaya koşullandırdım kendimi. Bir zamanlar tanrılar, kahramanlar ve şairlerin dünyevi işlerini yerine getirdikten sonra gittikleri yer. Antan’ın bataklık sınırlarını belirleyen donmuş nehir. Böylece onu göbeğinden kırabilir ve bir parçasını ayna niyetine kullanabilirdim. Çünkü buralarda ayna kullanmak illegaldi. Akrep yelkovanı o buz parçası eriyene değin peşleyecek, ardından her şey hiçliğe gömülecekti; hissedebiliyordum.

Gözlerimi kapadıktan bir lahza sonra kör edici bir ışık tarafından yağmalandım. 

"Gerçek uyanış" gerçekleştiğinde kendimi sık ağaçlarla bezeli dar bir açıklıkta buldum. Yöremde onlarca kelebek vardı. Ancak yalnızca biri yamacıma yanaşma cesaretini gösterdi. Anladım, o Prenses Evasherah’tan başkası değildi. Aslında onu insan halinde, kaymaktaşından yapılma fildişi ayaklı bir sedirde, incir yapraklarıyla süslenmiş bir sayvanın altında göreceğimi düşünmüştüm. Donuk-renkli kanatları vardı. Beni nehire varana değin takip edeceğini biliyordum. Sol serçe parmağıma kondu. Kıymığın battığı yere.

Nehre vardık. Nehrin buz tutmuş yüzeyine sert bir tekme attım önce. Sonra bir yumruk. Bir daha ve bir daha. Hiçbir şey olmadı. Evasherah parmağımdan uçup buz tutmuş nehrin bir noktasına kondu. Sonrasında olanlar hayli sıra dışıydı. Tek, küçücük, latifane bir dokunuşla buzlar çatlayıverdi. Evasherah! 

Buzlar Ianthe’nin dudaklarına yuvalayan umarsızlığın ete kemiğe bürünmüş haliydi. Onun merhameti bir kozanın içindeydi ve oradan çıkmak için baharın yolunu gözlüyordu. Bahar, Ay’ın karanlık yüzündeki kraterlerden birine tünemişti, Ay döndükçe çırpınıyor, uçtuğunda ise Güneş’e göç edeceğini biliyordu.

Buz parçalarından birini aldım. Evasherah ayrılık şarkısını mırıldanmaya başladı,

"En ücra sen misin bana

Oysa bütün otlar aynı zamana uzuyor

Anlamadığım bir dilin şarkısı 

Aklımı karıştıran o değil, aradaki suslar

Uzamasın diyorum hatıraların kışı kadar"

Ekledim, "Herkes başkasının acısıyla konuşur, işte bu mühim olan."

Onunla Şafağın Söktüğü Bahçe’de buluşmak için anlaştık. Hatırladığım kadarıyla hemen sonrasında koreye yakalandım. Bir zebaniyle göz göze gelene dek sürdü bu. Zebaninin gözlerinin parlayış şeklindeki kestiremediğim bir şey yahut bir şeyler ve sesinin latifane tınısı -bir zebani ha, işinin eri!- bana onun Ianthe’nin nerede olduğunu bildiği hisssiyatını verdi. Ona acılıların bağrında seğirten Ölüm’ün hangi göğün altında evreni topa tuttuğunu sordum. Bana cennete giden yolu tarif etti. Orada, bir kavağın kovuğunda rast geldim ona. Elinde içi katran doldu bir saksı vardı. 

"Zakkum bulalım," dedi. "katran zakkumu arzular."

"Aradığın zakkumu bu buz parçasında bulacaksın."

Buzu alnına tuttum. Yansımasını gördüğünde çığlıklar atmaya başladı. Alt dudaği yerlere, göz akı yanaklarına sünene değin, sesi kesilene, tırnakları kan dolana değin çığlıklar atmaya devam etti. Sesi dönen, dönen, durmadan dönen bir pervanenin sesine karıştı. Ağaçlar duvarlara, çimenler parkelere, içi katran dolu saksı koca kara bir sedire. Her şey her şeydi artık. Bir an sedire doğru koşturdum.

Beyler!

Bu, matinenin son perdesi. İşler kesat. Ayaklarına dolanan sam yeline çifte at. Sedirde sürüm sürüm sürün; sancıyan kolun kesilene dek. Sedir, takvimin asılı olduğu duvara dönük, yüzün ilk dördüne. İlk dördün güneşe. Güneş sana ve sen yine ilk dördüne ve ilk dördün güneşe ve güneş... Bu cinaî bir durum, temkinli olmak gerek.


Takvimi ateşe verin! Takvimi ateşe verin! Duvara bakmak istemiyorum. Ters çevirin sediri. Öldürün beni. Gözlerim ampuller gibi patlayana dek kafa atın bana. Sol kolumu kaldıracak takatim olsaydı kapınıza dayanır mıydım? Bilin ki sözleriniz bedenimi kanlı sedire lehimliyor ve siz, sizin gözleriniz, ezeli bir kalleşlikle ışımaya devam ederken yâdımdaki yıldızlar ağlıyor ve ben, ben -ki ne gökler gördüm kafama çöreklenen bulutlardan kara, ne öksüzler gördüm ayakları dişlerinden çarpık- yeğni olamadım hiç elleriniz denli. Elleriniz ki öksüzlerin ayaklarından çarpık, ellerim ki gülüşümden çarpık, ellerim ki çarpık ki ne çarpık. Elleriniz (ki!) ben kıvranırken tutmadı hiç ellerimi. Çünkü ellerim murdardı gözleriniz gibi. Çünkü ellerim kanla bezeliydi ufuk gibi. O gece kendime kaza süsü vermiştim. Size yaranabileyim diye.