ii.


2015, Mart 6

s a b a h



"—Cehennem X"


Saat yediyi sekiz dakika geçiyordu ve Julien Beauregard neredeyse yüzünün yarısını tıraş etmişti. Beyaz köpüğün içinden kayan tıraş bıçağının hışırtısı, radyodaki adamın sesine karışıp kayboluyordu. 


"121 - Sonra görünmez oldu, yaşlı ozana doğru gittim ben de belleğimde kara haberler içeren sözlerle."


Her gün, sabah tam yedide yüzüne yaydığı köpüğün yarısı, saat yediyi sekiz dakika geçe yarılanmış oluyordu ve radyodaki aynı ses, bu sefer de farklı bir mevzudan bahsediyordu. Senenin her günü, aynı boya ve renklerle, aynı fırçayla boyanan tuvalden farklı bir eser hayat buluyordu. 


"124 - Yürümeye koyuldu, yürürken sordu: "Niçin böyle düşüncelisin?" 

Yanıtladım sorusunu."


Saat, yediyi on geçiyordu ve Julien tıraş bıçağını çenesinden kaydırırken yılın geri kalan günlerine kıyasla daha ihtiyatlı ve hevesli davranıyordu. Bahara kadar beklemişti ne de olsa. Diğer günlerde dikkatsiz davranıp kendisini hafifçe kesmek o kadar zoruna gitmez, ufacık bir kızarıklık tüm gün boyunca kendisi hariç kimsenin dikkatini çekmezdi. Fakat bugün, özel bir gündü ve sakarlığının bilincinde olan bir adam için tıraş olma merasimi özveri gerektiriyordu. 


"127 - 'Seninle ilgili olumsuz sözleri iyice belleğine kazı' dedi o bilge kişi ve bir parmağını kaldırdı: 'Şimdi iyi dinle,

130 - güzel gözleri her şeyi gören güzelin saçtığı ışığın önüne geldiğinde kendi yaşam yolculuğunu öğreneceksin."


Saat yediyi on üç geçiyordu ve Julien Beauregard favorilerine kadar olan kısmı dikkatlice kazıdıktan sonra hafifçe ıslık çalmaya başlamıştı. Keyifliydi ve eğer ciddi bir iş yapmıyor olsa gülümseyebilirdi bile. 


"133 - Sonra adımlarını sola yöneltti. Pis kokuları buraya dek ulaşan bir vadiye açılan daracık bir yoldan merkeze döndük, uzaklaşıp surlardan. 

On birinci kanto--"


Tıraş bıçağını hafifçe lavabonun kenarına vurdu ve silkeledi, ardından boynundaki son kısmı da kazıyıp bitirdikten sonra aynada son kez kendini kontrol etti. Gülümsedi, tek bir çizik bile yoktu. 



Tek bir çıtın çıkmadığı evde, Julien Beauregard her sabah altıda uyanırdı. Yataktan çıkmadan evvel saatini kontrol eder ve büyük bir kedi gibi gerinirdi. Odasından çıkmadan evvelse yüz kez şınav ve mekik çeker, sessizce mutfağa inmeden önce asla pijamalarını değiştirmezdi. Duş alma işini kahvaltıdan sonraya bırakırdı çünkü giysilerinin gün boyunca yemek kokmasından hoşlanmazdı. Günlerden pazardı ve kahvaltıyı hazırlama sırası babasındaydı. 


Julien Beauregard, hayatında değişikliklere pek tolerans gösterebilen birisi değildi. Rutinden zevk alırdı, rutine göre yaşardı, rutine göre rahat ve iyi hissederken güvende olduğunu da bilirdi. 


Şimdi ise tezgahın başında dikilmiş, çayını tatlandırsın diye atacağı şekerin durduğu kavanoza uzatmıştı elini. Kapağı açtı ve her zaman orada olan şekerin yerinde çay görünce birkaç saniye durdu. Düşünmeden bir beş saniye baktı ve kapağı geri kapattı. Önünde, dumanı tüten fincana indirdi bakışlarını ve ters giden bu sapma karşısında ne yapacağını bilemedi. Uzanıp kapağı tekrar açtı ve ikincisinde de yanlış görmediğine emin olduğunda kaşlarını çattı. Huzursuz hissediyordu ve her zamankinden daha derin nefesler alıyordu. Eğer yanında bir başka kavanoz olsaydı onun içine bakabilirdi ama yüzlerce dolapta yerini bilmediği şekeri arama fikri beyninde kırmızı alarm etkisi yaratıyordu. 


Kendiyle olan hesaplaşmasını bölen bir el pat patladı omzuna. Babası hafifçe gülerek bir şeyler diyordu ve kavanozu dikkatsiz bir hareketle tezgaha bırakıp umarsızca yürüyüp balkona çıktığında Julien de aldığı derin nefesi bıraktı. Gözlerini birkaç kez kırpıştırmıştı ve dudaklarını nemlendirdikten sonra eline bir şeker aldı, ortadan ikiye kırdı ve kavanozu olması gerektiği eski yerine özenle yerleştirdi. 

Bir yangına su dökülmüş gibi bir histi, ferahlatıcı ama tekrarı karşısında endişe vericiydi de. 


Nefesleri düzeldiğinde şirin balkonlarındaki masada oturup laklak yapmaya başlamışlardı bile. Babası, yani Louis, dün akşam fazla içtiği için şimdi ışığa karşı duyarlıydı ve sabah kahvaltısında güneş gözlüğü takıyordu. Julien çayından bir yudum alırken güldü, "Serseri çocuklar gibi görünüyorsun." Elini kendi gözlerinin etrafında dolaştırıp dikkatini çekti adamın, "Dün gece bar kavgası çıkmadı değil mi? O gözlüklerle mor bir gözü saklamıyorsun?" 


Yaşlı adam geriye yaslanıp arsız arsız güldü, "Yok daha neler. Seni dinlemeliydim, fazla kaçırmışım içmeyi. Eve nasıl geldik Tanrı bilir." 

"Tanrı'yı bilmem ama ben bilirim. Ben aldım seni. Sonra da o tuhaf arkadaşını."


"Oh, annem öleli uzun zaman olmuştu zaten yenisine ihtiyacım vardı." Adam ufak bir kahkaha patlattı ve elini dizine vurdu. Bana sorarsanız komik bir espiri yapmıştı çünkü Julien gerçekten, anneliğe müsait biriydi. Katı ve aşırı kuralcı bir anne isterseniz elbette.

"Benimki de ama yenisine ihtiyacım yok." Çayını içmek için gömüldüğü bardak yüzünün yarısını örtüyordu ve gülümseyip gülümsemediği belli olmayan Julien'ın bu sözü Louis'in derin bir iç çekmesine neden olmuştu.


"Onu çok özledim. Ah, Maggy... Nerelerdesin? Bizi bırakıp nasıl gidersin, güzelim." Maggy, yani Louis'in karısı, Julien'in de annesi; on bir sene önce bir trafik kazasında ölmüştü. 

"Buraya çok yakın bir yerde, haftaya ziyarete gidelim." Bardağı indiren Julien, gözlerini ulaşılabilecek en uzak noktaya dikmişti. Babasının kendisini izlediğini biliyordu ve ona bakmak sadece... Zordu. "Aklımdan neler geçtiğini mi okumaya çalışıyorsun? Şayet, bir şey geçtiğine inanıyorsan." 


Yaşlı adam dudaklarını büzerken çenesini kaşıdı, "Yoo, nereden çıkardın? Sadece Maggy'i hatırlatıyorsun; gözlerin, burnun, saçlarının kıvrımları. Onu özledikçe sende hasret giderebilirken ne kadar da şanslı bir adam olduğumu düşünüyordum. Tanrım... On bir sene, sevdiğin kadını on bir sene boyunca görememek. Ama ona benzeyen harika bir oğlunun olması. Ne kadar da-"

"Trajik?"

"Güzel! Bugün neden böylesin Julien? Trajik mi? Hayatımda trajik olabilecek en son şey sensin, güzel oğlum. Şu ömrümde sahip olduğum için en şanslı hissettiğim şey sensin. Seni o kadar çok seviyorum ki bir daha böyle saçmalarsan ağzının ortasına çakarım." Louis güneş gözlüğünü burnuna kadar indirmiş, üstünden bakarak konuşurken geniş geniş gülüyordu da. Louis'de insanı rahatsız eden ve sıkan bir hava yoktu, söylediği sözlerle mimikleri harika bir uyum içindeyken en ağır lafı bile savursa kuşanacağı ses tonu yüzünden incinmezdiniz; bunların aksine Julien ise tek düze, tınısız ve duygusuz konuşurdu; dünyanın en güzel şiirini de okusa sizde tarifi güç bir his uyandırırdı, mekanik, duygusuz, belki biraz kaba, buna rağmen sevimli bir çocuk gibi. Sözlerinde değiştirme ve iyileştirme gücü olmayan bir adamdı Julien. 

Louis, oğlunun yumruklarını sıkışını, başını önüne indirişini ve konuşmak için verilen dudaklarından çıkması güç kelimeleri ecel terleri dökerek toparlamaya çalışmasını tekrar tekrar izlerken gerçekten de ondan zerre kadar sıkılmıyordu. Karşılık veremediği kelimeler kendisini kederlendirmiyordu, bilhassa beş yaşındaki çocuğuyla ilgileniyormuş gibi hissediyordu ve bu Louis'de acınası bir his uyandırmaktan öte biraz kutsaldı da. Uğraşılmaya değer bir saflık ve herkesin baktığında göremeyeceği bir güzellik görüyordu onda.


Julien, bir çocuktu. Babalar ölene dek, evlatların hep çocuk kalması gibi değil; gerçekten küçük bir çocuk gibiydi. Telaşlı ve pervasız, hayatı sorarak öğrenen, çabuk kırılan, asla güvende hissedemeyen, çoğu hissi henüz tecrübe etmemiş olduğundan nasıl davranacağını bilemeyen...


"Ben de seni seviyorum, Louis. Maggy keşke burada olsaydı."


Louis, bugün için planları olan Julien'i daha fazla rahatsız etmemek için konuyu geçiştirdi,

"Şu düğüne gidecek misin bugün? Diana'nınkine? Gitmek zorunda değilsin, biliyorsun değil mi?"


Julien yutkundu. Bahara kadar beklemişti, söz vermişti, gitmeliydi, gitmek istiyordu. 


"Gitmek istiyorum. Onu o şekilde görmeye ihtiyacım var. Arkadaş olduğumuzu düşünüyordum ama hala... Bilmiyorum. Buna bir nokta koymalıyım artık, aklımdan tamamen çıkmalı."

"Heh, o kızdan asla hoşlanmazdım. Seni davet etmesini kibarlık olarak algılayamıyorum maalesef... Sevimsiz-" 


Julien gülümsedi ve çayından bir yudum daha alırken, sevimsiz lafını düşündü. Diana'nın bir kez kendisine tartışma esnasından sevimsiz ve soğuk adamın teki olduğunu söylemişti. Tıpkı Louis gibi o kadar içten söylemişti ki Julien ne yapmıştı da sevimsiz olduğu ilan edilmişti, uzun süre düşünmüştü. Hala düşünüyordu ve ne yazık ki bir yanıt bulamıyordu. Kalın kafasından nefret ettiği zamanlarda, günün çoğunluğunda yani, farkına varabildiği tek ve en yoğun hissinin kendisinden nefret etmek olduğunu anlıyordu sadece. Ne kadar çabalarsa ve denerse bu yetersizlik hissinden asla kurtulamayacaktı fakat Julien bundan da habersizdi ve doğal olarak kısır döngünün içinde yuvarlanıp gittikçe, çığ gibi büyüyen ve biriken şeyler gene onun omuzlarına kalıyordu yük olarak. 


"Sence ben sevimsiz miyim?"


"Nereden çıktı bu? Diana-" Derin bir nefes alan Louis fincanı masaya bıraktı, sinirli görünüyordu ve Julien yanlış bir şey söyleyip onu kızdırdığını düşünmüştü, "Hayır Julien, sen sevimsiz değilsin. Bak duymak istediğimiz şeyler vardır, emin olmak için kendimize ve başkalarına tekrarladığımız şeyler; sevgimiz ve özlemimiz gibi. Bunları dile getirmemek insanı kötü biri yapmaz veya kalpsiz veya bir başka şey, sevimsiz? Hayır kesinlikle."


"Aklımdan geçenleri bilmek istemez miydin?"


Louis elini savurdu boşversene dercesine,

"Maggy ile lisedeyken birbirimize aşık olduk ve evleneceğimize söz verdik. Kaç sene evli kaldık- Hmm şimdi sen kaç yaşındasın- Yirmi beş?"

"Yirmi altı."

"Hah, ne?? Yirmi altı- Haa doğru ya tamam dur konuyu saptırma. Hesaplarsak- Yirmimizdeydik evlendiğimizde sen, ben yirmi dört iken oldun. O zaman, on sekiz sene evli-"

"On dokuz- on dokuz sene evliydiniz."

"Neyse ne işte. Evet, on dokuz sene evli kaldık ve vaktimin çoğunun Maggy'nin ne düşündüğünü dinleyerek geçirdim. Bazılarımız hislerini dile getirmekte daha başarılı oluyor, Tanrı biliyor ya o kadar yetenekli olduğu başka bir konu olsaydı... Her neyse, benden de aynı şeyleri beklerdi ama bilirsin- Hepimiz aynı değiliz Julien. Bazı şeyleri dile getirememek onları hissetmediğimiz anlamına gelmez. Bana sorarsan kelimeler beş para etmez. Eğer bana anlatılan hikayelerin yarısı doğru çıksaydı Fransa'yı azizler ve savaş kahramanları basmış sanardın. Eğer bana verilen sözlerin yarısı tutulsaydı, yüzlerce dostum olurdu. Pfft, sözler anlamsızdır Julien ve biliyor musun, öğrendiğim tek bir şey var şu hayatta. Ne çok konuştum, kısa keseceğim bekle; aklımıza gelen ve sarfettiğimiz kelimeler genelde bizi incitecek şeylerdir. Önemli olan davranışlardır Julien. Davranışlar, cümlelerden daha üstündür. Birinden milyonlarca kez özür dilemenin hiç anlamı yoktur, dönüp dolaşıp aynı naneyi yiyeceksen. Neyse, hadi birer fincan daha çay içelim. Sen şunları tazele, ben de sütü ısıtayım. Buz kesmiş olmalı." 


Ayağa kalkıp minik fincandaki sütü alan Louis duraksadı ve nemlenmiş alnını kaşıdı, "O düğüne gitmene gerçekten gerek yok ama git ve yüzleş. Sözlere ve kelimelere kanan o zavallı kızı son kez mutlu gör. Ve buraya döndüğünde sadece şanslı hissetmeye bak." 


Oğlunun omzuna pat patlayarak yanından geçen Louis karmaşık hissediyordu ve tıpkı Julien'a olduğu gibi bu hislerin sebebinin nedenini tam olarak anlayamıyordu. Günün her saati böyle hissetmek gerçekten zor olmalı, diye iç geçirdi. Omzunun üstünden dönüp baktığında Julien'ın henüz taranıp biçim verilmemiş karışık, dalgalı saçlarını izledi, ne kadar da Maggy'nin saçlarına benzediğini düşündü ve oğluyla garip bir biçimde gurur duydu. 


Bu günlerde elimizde kalan gurur duyulacak tek şey iyi ve cesur bir karakter değildi de neydi zaten?