11 Şubat 2015, Çarşamba


Selam Günlük!


Nasılsın bakalım? Sana iki gündür hiçbir şey yazmıyorum, işin düşünce geldin yine diye düşünüyorsan sonuna kadar haklısın. Ancak benim de haklı mazeretlerim var. Bu süre zarfında ne miras meselesinden ne de Ceyhun’dan haber alabildim. Benim bu yaşananlardan önceki rezalet hayatımı bilmediğin için anlayamamış olabilirsin ama şu olay 27 senelik hayatımda anlatmaya değer tek şey diyebilirim. Eh, iki gündür yeni bir gelişme olmadığı için sana yazacak bir şey bulamamıştım…


Ta ki bugüne kadar.


Meraklandın, değil mi sırdaşım? En iyisi fazla uzatmadan anlatmaya geçeyim.

Sabah kısmı için konuşuyorum, bugünün diğer günlerden pek bir farkı yoktu esasında. İstanbul’daki çok önemli bir firmadan çok önemli misafirlerim gelecekti, bunun dışında pek bir olay da yoktu. Anlayacağın yeni ama aynı sıkıcılıkta bir güne uyanmıştım, her zamanki stabil hâlimle hazırlanıp ofise gitmek için yola çıktım. Odamda, masamın önündeki sandalyelerde Ceyhun’un oturduğunu görmek, bekleyeceğim son şeylerden biri bile değildi yani anlayacağın.


Evet, defterim, sen de şaşırdın değil mi? İnsan gelmeden önce haber vermez mi, ''Ben geliyorum, müsait misin?'' diye sormaz mı Allah aşkına? Laf arasında öylesine çalıştığım yeri söylemiştim ama ciddi ciddi geleceğini aklımın ucundan dahi geçirmezdim. Ancak gelmişti nihayetinde, elinde poğaça ve simitlerin bulunduğu bir poşetle beni bekliyordu. Odaya girmemle göz göze gelmemiz bir oldu.


''Günaydın Büşra!'' dedi ve yavaşça doğruldu.


Tam o esnada R.E.M – Everybody Hurts dinliyordum, kendimi bir film sahnesinin içerisindeymişim gibi hissetmedim desem yalan olur açıkçası. Kulaklığımı çıkarıp müziği durdurdum.


''Ah, Ceyhun! Hoş geldin!''


Tokalaşmak için yanına geldiğimde kendisi sarılmayı tercih etmişti. Takdir edersin ki tüm ofis arkadaşlarımın bakışları bize döndü. Haydi bunu boş verdim, sarılma samimiyetini nereden buldu, gerçekten muamma. Şaşkınlıklarla dolu bir sabah!


Ofisten arkadaşım Aslı, herkes bakışlarını çevirdikten sonra bile yan gözle bize bakmaya devam ediyordu. Aslında bir dostluğumuz falan yoktu kendisiyle, açıklama yapmamı gerektiren bir durum da yoktu yani. Ancak masalarımız yan yana olduğu için ofiste en yakın olduğum kişi kendisiydi, bundan dolayı bizi dost falan zannediyor olmalıydı. Açık konuşacağım, sadece yemeklerde yalnız kalmamak için takılıyorum kendisiyle. Onun beni bundan daha fazla gördüğüne eminim, orası ayrı.


Ah, böyle deyince kendimi çok kötü hissettim! Ancak ne yapayım, arkadaş edinmeyi bir türlü beceremiyorum, becermek için çaba da göstermiyorum.


Yerime geçip oturduktan sonra Aslı’nın bakışlarını birkaç defa daha üzerimizde yakalamıştım. Esasında herkes göz ucuyla bakmaya devam ediyordu, herhâlde erkek arkadaşım olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı. Öğle yemeğinde milletin sofrasına dedikodu malzemesi olmak istemediğimden, Aslı’ya dönüp herkesin duyabileceği şekilde açıkladım.


''Tanıştırayım: Ceyhun, Aslı; Aslı, Ceyhun. Geçen gün bahsettiğim miras meselesiyle ilgili konuşmak için gelmiş.''


Aslı’ya laf arasında bu miras meselesini üstünkörü anlatmıştım ancak Ceyhun’dan da, kendisinin dedemin öbür eşinden torunu olduğundan da bahsetmemiştim. Nitekim sordu.


''Büşra’nın avukatısınız herhalde?''


Aklı sıra Ceyhun’un hayatımdaki yerini saptamaya çalışıyordu. İşte, defterim, ofiste en samimi olduğum insan bile dedikodumu yapabilme derdinde. Bu yüzden güvenmiyorum kimseye.


''Hayır, arkadaşıyım.''


Ceyhun, Aslı’ya her şeyimi anlatmadığımı ve anlatmak istemediğimi anlamış olmalıydı. Üvey kuzen mevzusuna girmediği için çok sevindim açıkçası, gözüme girdi sıpa.


Aslı bizimle birkaç kelam ettikten sonra işe geri dönmüştü. Biz de Ceyhun’la baş başa kaldık, tabii buna ne kadar baş başa denilebilirse…


''Nasılsın bakalım, hangi rüzgar attı seni buraya?''

''Sizin patronunuzla görüşmem var bugün, biraz erken gelip Büşra’yı da göreyim dedim.''

''İyi yapmışsın.''


Elindeki poşeti açıp poğaça ve simitleri masamın üzerine bıraktı. ''Kahvaltı yapmamışsındır diye düşündüm ama…''


Doğru bir tahmindi, yiyecek bir şeyler gördüğüme Ceyhun’u gördüğümden daha çok sevinmiştim. Kantindeki abladan iki çay istedikten sonra kahvaltımıza yumulduk.


Henüz ikinci görüşmemiz olduğu için inanılmaz gergindim defterim, ne konuşacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Tuhaf bir sessizlik oluştu, onun da sanki konuşmaya pek niyeti yok gibiydi.

''Havalar da pek bir dengesiz…''


Başıyla onaylamıştı. ''Yakın bir arkadaşımın kınasına Mersin’e gideceğim ama yanıma kışlık mı alsam baharlık mı bilemedim.''

''Bu zamanlarda Mersin’in havası pistir. Kalın giyin yoksa üşütüp gelirsin vallahi.''


Bir şey dememişti. O kadar amaçsız bir sohbet dönüyordu ki aramızda, neden insanlarla tanışmaktan hoşlanmadığımı yeniden hatırlamış oldum. Havadan sudan konuşmayı pek sevmiyorum, derin bir şeyler konuşabilmek için karşımdaki kişiyi tanımam gerekiyor; o yüzden yeterince tanıyana kadar geçen süre benim için sadece bir tutunma çabası.


Ancak bu kez, normalde olduğum kadar ketum olmamaya karar verdim.

''Birkaç sene önce Mart ayında Mersin’e gitmiştim, arkadaşımın deniz kenarı yazlığında üç -dört gün konaklamıştık. Geri döndüğümde bir hasta olmuşum ki sorma, günlerce yataktan çıkamadım.''


Yine bir şey dememişti. Kendimi çok kötü hissetmiştim sırdaşım, ne gereksiz bir ayrıntı vermiştim böyle. Sanki çocuk sormuş gibi anımı anlatmıştım saçma sapan. Gerçekten benim sosyalleşmek ile ilgili ciddi problemlerim var; ya nemrut gibi oturup hiçbir şey anlatmıyorum, ya da böyle gereksiz yerde gereksiz hayat öyküleri yumurtluyorum.


''Kusura bakma, yersiz bir paylaşım oldu sanırım.''

''Hayır, hayır!'' Heyecanlı bir şekilde sözümü kesmişti. ''İyi oldu anlattığın, yanıma kalın bir şeyler alırım artık.''


Bu sefer sessiz kalma sırası bendeydi. Açık konuşmak gerekirse kendimi çok rezil olmuş gibi hissetmiştim defterim, utanmıştım da. Sükûneti bozmadan poğaçamı yemeye devam ettim.


''Hoşuma gitti bir şeyler paylaşman.''


Ceyhun’un bu cümlesiyle başımı kaldırmıştım, göz göze geldik.


Devam etti. ''Tanışmamız konusunda eskisi kadar ketum olmadığını gösteriyor bu. Beni hayatına üvey kuzenin olarak dahil etmeye karar verdiysen ne mutlu bana.''


Tebessüm edip başımı yavaşça önüme eğmiştim. Ne yalan söyleyeyim defterim, Ceyhun’u kuzenim gibi görmek pek mümkün değildi. Belki kendisinin iddia ettiği gibi tanıdıkça sahiplenecek ve benimseyecektim, bilmiyorum; ancak şu an için bu ihtimal oldukça uzak geliyor. Böyle birinin varlığından birkaç gün öncesine kadar bihaberdim. Ceyhun en azından beni biliyormuş, benim onun hakkında hiç bilgim yoktu.


''Dedemin cenazesinde senin yanına gelmek için çok çabaladım ama yapamadım nedense.''


Bu cümleyi duyduğumda yüzümdeki yapmacık tebessüm biraz daha genişlemişti. ''Neden gelemedin yahu? Keşke gelseymişsin…''

''Dedemin ölümü yeterince ağırken sürpriz yumurtadan çıkmış gibi 'ben senin üvey kuzeninim' demek istemedim açıkçası.''


Karşılıklı gülmüştük, sahici bir gülüş müydü emin olamadım.


''Hiç tanışmayacağımızı umuyordum açıkçası.'' diye devam etti. ''Miras meselesinde bile birbirimizle muhatap olmadan payımızı alırız diye düşünmüştüm, dedem bunu bir şekilde ayarlamıştır diye…''

Alay edercesine kaşlarımı kaldırmıştım. ''Pek memnun değilsin anlaşılan benimle tanışmak zorunda kalmış olmaktan.''

''Sen memnunsun sanki…''


Yeniden gülmüştük. Senden gizlemeyeceğim, biraz alınmıştım defterim. Yani evet, ben de tanışmamış olsak daha mutlu ve daha az stresli olurdum kesinlikle. Ancak yine de bunu böyle açık açık söylemesi hoş değildi. Yine de inkâr edemem, sanki bir noktada biraz birbirimize benziyormuşuz gibi bir his vardı içimde.

Hâlâ da var.


Kahvaltımızı bitirmiştik. Çöpleri masamın altındaki çöp kovasına attıktan sonra artık işe dönmem gerek dercesine bilgisayarımın açma tuşuna bastım. Fakat basmamla, muhtemelen dün kapatmayı unuttuğum şarkı çalmaya başladı.

Weezer – Say It Ain’t So…


Ceyhun beni müzik zevkime yakıştıramamış olacak ki ''Vay, vay!'' deyivermişti. Bir şey söylemeden masaya parmaklarımla vurarak ritim tutmaya başladım.


''Ne tarz müzik dinlersin?''

''Esasında tamamen moduma bağlı…'' diye cevaplamıştım. ''Ama ağırlıklı olarak alternatif ve alternatif rock sanırım.''


Yüzünde şaşırmış ama aynı zamanda hoşuna gitmiş bir ifade vardı üvey kuzenimin. Masamın üzerinde duran küçük kâğıtlardan birine uzanıp üzerine bir şeyler yazdı ve bana uzattı. Sleeping At Last – Neptune yazıyordu.

''Bu şarkıyı çok severim, dinlemelisin mutlaka.''


Herhangi bir şarkı önerisi istememişken, dahası, benim müzik zevkimi bile doğru düzgün bilmiyorken şarkı önermesi tuhaf gelmişti açıkçası. Ancak hoşuma da gittiğini inkâr edemem. Sen bunu seversin minvalinde yapılan her şey bana çok kıymetli geliyor, henüz birkaç gündür tanıdığım kuzenimden gelmiş olsa bile.


''Teşekkür ederim, bakacağım mutlaka.''


Kâğıdı katlayıp masanın üzerinde duran para cüzdanımın içine koydum. Nedensizce kalbimin atışı hızlanmıştı birden, muhtemelen uzun zamandır kimseden böyle bir ilgi görmediğim için. İnsan çok tuhaf bir canlı sahiden; ilgiye, inceliğe, düşünceye, sevgiye o kadar muhtacız ki.


''Büşra!''

Adımı seslenen Ceyhun değil Aslı’ydı.

''Efendim Aslı?''


Yan masamda oturuyor olmasına rağmen sandalyeden kalkıp yanıma gelmişti. Biraz eğildi ve sadece benimle Ceyhun’un duyabileceği bir şekilde fısıldadı. ''Ofistekiler doğum günün için sürpriz hazırlıyorlar. Geçen seneki gibi olmasın diye sana sorayım istedim, pastan neli olsun?''


Soruyu duyunca dayanamayıp gülmüştüm. Aslı, ofisimizin şefi olduğu için, bir gelenek olarak her sene doğum günü pastalarımızı kendi eliyle yapar. Geçen sene Starbucks’ta yediği yer fıstıklı pastayı çok beğendiği için benim doğum günümde bu pastadan hazırlamak istemiş. Ancak maalesef ki benim yer fıstığına alerjim var, kendi doğum günü pastamı yiyemedim. Aslı çok üzüldü tabii, o günden beri benden özür dileyip duruyor.


''Hiç fark etmez, çikolatalı çilekli olabilir ama.''

''Tamamdır.''


Aslı’nın yanımızdan ayrılmasıyla Ceyhun’un meraklı suratıyla göz göze gelmem bir olmuştu. ''Doğum günün ne zaman?'' diye sordu, sanki çok önemli bir şeymiş gibi.

''22 Şubat…''

''Ah, sahiden mi?'' Böyle bir tepki beklemiyordum, sesi oldukça heyecanlıydı. ''Benim de doğum günüm 20 Şubat, ne kadar yakın böyle birbirine.''


Vallahi heyecanına çok da ortak olamamıştım, defterim, doğum günlerini hiç ama hiç önemsemem çünkü. Eğer dünya için önemli bir şahsiyet değilsem neden doğduğum günü her sene kutlayayım hiç aklım almıyor. Kanserin çaresini bulan doktor falan olmadığım müddetçe öldükten sonra silinip gideceğim, ne gerek var böyle şovlara?


Ancak Ceyhun’un hevesini kırmak istemiyordum. Sessizlik olmasın diye sordum. ''Kaç doğumlusun?''

''1989, sen?''


İşte bak bu biraz ilginçti, defterim, ben de 1989 doğumluyum çünkü. Bu da şu anlama geliyor, Ceyhun’la doğumlarımız arasında yalnızca iki gün var. Fakat, ilginçtir ki, doğum yılımı söylediğimde gününü söylediğim kadar heyecanlanmamış ya da şaşırmamıştı.


''Çocukken dedem benim doğum günüme gelmezdi genelde. Annem hep başka işi var derdi, başka iş sendin herhalde.''


Gülerek söylemişti ancak içten içe biraz incinmiş olduğu aşikârdı. Evet, dedem benim neredeyse hiçbir doğum günümü kaçırmamıştı, günler öncesinden köyden otobüse biner yine gelirdi. Yine de, ufak bir yalan söylemenin kimseyi incitmeyeceğini düşündüm.


''Dedem benim de doğum günlerime gelmezdi genelde, muhtemelen o iş ben değilim.''


İnanmamıştı Ceyhun, ancak uzatmak niyetinde de değildi. Kolundaki saate baktıktan sonra yavaşça ayaklandı.


''Toplantı saatim gelmiş; ben gideyim, sen de çalış.''


Tuhaf ve kendisini üzdüğü oldukça belli olan bir konuşmadan sonra bu kadar hızlı toparlanmasını beklemiyordum açıkçası. Vedalaştık ve yanımdan ayrıldı. Kendimi çok kötü hissettim defterim, biraz suçlu gibi hissettim. Sanırım Ceyhun’la dedemin arası pek de iyi değildi. Yani, dedemin başka bir eşi olduğunu bu zamana kadar bilmiyordum ben, o kadar ki aile içinde konuşulmayan bir konuydu bu. Birtakım sıkıntılar olduğu aşikâr, herhalde zamanla ben de öğreneceğim. Yine de, üzülmedim desem yalan söylemiş olurum.


Ceyhun gittikten sonra hayatım eski, sıkıcı ve monoton hâline geri dönmüştü. Mesai bitimi geldiğinde, cüzdanımdan otobüs kartımı çıkarırken Ceyhun’un sabah önerdiği şarkının bulunduğu kâğıt gözüme ilişti. İndirdim şarkıyı ve inanır mısın defterim, eve gelene kadar ara vermeden dinledim durdum. Melodisi ve sözleri sahiden güzeldi, dinlediğim tek bir şarkıyı duyduktan sonra böyle nokta atışı bir şey önermiş olması hoşuma gitmişti. Müziğin hayatımdaki yeri çok büyüktü, Ceyhun’un da benden kalır yanı olmadığı aşikârdı. İnkâr edemem defterim, biraz içim ısındı kendisine.


Eğer ilerde bu şarkıyı unutursam hatırlamak adına buraya da not almak istiyorum.


I'm only honest when it rains/an open book, with a torn out page and my inks run out/I wanna love you but I don't know how/I don't know how


İyi geceler sırdaşım!