19 Şubat 2015, Perşembe


Selam Günlük!

Bir dakika bekle...

Evet! Başıma sardığım tülbendi biraz daha sıkılaştırdığıma göre yazmaya başlayabilirim.


Ne tülbendi diye sorduğunu duyar gibiyim, açıklayayım; başımın ağrısını geçirmek için kullandığım ilkel çözümlerden yalnızca biri. Niye başın ağrıyor diyerek sorularına cevap edecek olursan onu da açıklayayım; saat sabahın 6.30'unda kapımın yumruklanmasına uyandım ve uykumu düzgün alamadığım zaman tam da bu vaziyette oluyorum.


Alnını kapatan tülbent, mor gözaltları ve ölüyorum, yetişin komşular bakışı atan gözler...

Gelelim asıl soruya... Sabahın kör vaktinde kapımı yumruklayan münasebetsiz kimdi?

Hiç beklemediğim anlarda hiç beklemediğim yerlerde olmayı kendisine huy edinmiş biricik üvey kuzenim Ceyhun’dan başkası değildi tabii ki!


Telefon denilen şey beyefendinin köyünde henüz icat edilmediğinden sabah sabah gelip kapımı yumruklamak daha orijinal gelmiş olmalı kendisine, anlam veremedim. Benim bildiğim henüz çok kısa süredir tanıdığın bir insanın evine sabahın köründe gitmek kararı aldıysan en az bir kişinin ölmüş olması falan gerekir. Bu samimiyeti ve hakkı nereden buluyor anlamak çok güç sahiden. Haksız mıyım defterim, sen söyle?


Ağrıyan başım çeneme vurdu, iyi mi, giremedim olaya bir türlü. Uzattıkça sinirleniyorum, en iyisi bu sabaha dönüp anlatmaya başlayayım.


Esasında oldukça huzurlu bir sabah olmuştu, yani en azından uyanana kadar. Ancak maalesef ki huzurlu rüyalarımı bölen Ceyhun’un alacaklı gibi kapıyı yumruklaması olmuştu. Gözlerimi açmamla içgüdüsel bir endişe içime çöreklendi. Senelerdir tek yaşamama rağmen hiç kapım yumruklanmamıştı, ne yapmam gerekir hiçbir fikrim de yoktu.


İlk işim komodinin üzerinde duran telefonuma bakmak oldu. Saat sabahın 6.30'uydu!


Daha evvelden de sabahın köründe kira almaya gelme ahmaklığını yaptığı için, aklıma gelen ilk şey ev sahibimin gelmiş olduğuydu. Uyku mahmurluğuyla yorganı üzerimden itip ayağa kalktım ve komodinin ilk çekmecesinde, iç çamaşırlarımın arasına gizlediğim paraya yöneldim. Ne olur ne olmaz diye düşünerek masamın üzerinde duran makası da yanıma almıştım.


Makas mı diye gülme, uykudan uyanalı henüz otuz saniye olmuştu.

Kapıya doğru yürümeye başladım. Halıya takılarak düşeyazdığımı es geçiyorum. İçimdeki tereddütle kapının gözünden baktığımda karşılaştığım çehre ev sahibiminki değil, hiç ummadığım bir şekilde Ceyhun’unkiydi!

Kilidi hızlıca açtıktan sonra tüm şaşkınlığımın apartman boşluğunda yankılanmasına izin verdim. “Ceyhun?”

“Günaydın!”

Sondaki ı harfini uzatarak, müthiş bir neşeyle karşılamıştı beni. Benden icazet almaya hiç gerek duymadan ayakkabılarını çıkarıp içeri buyurdu.

"Ne arıyorsun burada?"

"Teşekkürler kuzen, hoş bulduk."


Uyku falan kalmamıştı bende; gözlerimi kocaman açmış, karşımda dikilen Ceyhun'u süzüyordum. Sayfanın başında da dediğim gibi, gelmesini hiç ama hiç beklemiyordum. İnsan gelmeden önce telefondan arayıp haber vermez mi, hiç mi görgü kurallarından haberdar değil bu çocuk aklım almıyor inan.

Yüzüme de yansıyan şaşkınlıkla kapıyı kapattım.

 "Neden geldin?"


Farkındayım, haklısın, ne olursa olsun oldukça kaba bir tavrın içerisinde olmamam gerekiyordu. Hiç sabah insanı değilim ben, defter, hele ki uykumu alamadıysam huysuzun önde gideni oluyorum. Bu Büşra’yı Ceyhun’un bizzat kendisi yarattığı için alınma hakkı da yok zannımca.


Üzerindeki montu çıkardıktan sonra kapının yanında duran sarı pufumun üzerine bırakmıştı. Yine benden hiçbir izin ya da yönlendirme beklemeden dış kapının yanındaki salona yöneldi.


“Bir haftadır haberleşemiyoruz, hava da karlı; hem seni görmüş olayım hem de toplu taşıma kullanma, arabayla götüreyim ofise istedim.”


Fakirliğimin hafifçe yüzüme vurulduğunu hissetsem de bir şey demeden pencereye yönelmiştim. Ceyhun haklıydı, gece bayağı kar yağmıştı. Yalan yok, içimdeki sinir azıcık da minnete dönüşmüştü. Düşünüp gelmesi çok ama çok tatlıydı. Yine de hâlâ, eğer bir insanın kapısına sabahın 6.30’unda dayanacaksan önceden haber vermen şart diye düşünüyorum, orası ayrı.

Annemden yadigâr ikili koltuğa oturdu Ceyhun, ben de onun yanındaki tekli koltuğa geçtim.


“Aslında seni arayacaktım ama bir türlü vakit bulamadım. Yakın bir arkadaşım evleniyor, bu hafta onun kınası için Mersin’deydim.”

Geçen görüştüğümüzde bundan bahsetmişti, o yüzden pek de şaşırmamıştım. Bir şey söylemedim, başımla onayladım yalnızca. Yüzünden yorgun olduğu belli olsa da sesi ve tavrı oldukça enerjikti. Ben ayakta uyuyor olduğum için pek bir yaşam belirtisi göstermeden dinlemeye devam ettim.


"Benim, daha doğrusu bizim bir fikrimiz var ancak kabul eder misin bilemedik.”

Şaşırmıştım defterim. “Bizim mi? Siz kimsiniz be?”


Gülmüştü Ceyhun, onun güldüğünü görünce ben de dayanamayıp güldüm.

“Evlenen arkadaşlarımın da içinde bulunduğu arkadaş grubum biz oluyoruz.”

İş gittikçe ilginçleşiyordu, merak etmiştim. “Ne fikriniz varmış bakalım?”

“Pazar günü Ozan’la Pelin’in düğünü var Mersin’de, yarın sabah yeniden Mersin’e döneceğim. Bizim miras meselesini onlara anlattığımda seninle tanışmayı çok istediler. Davetlim olarak gelip gelmeyeceğini soracaktım...”


İşte buna gerçekten şaşırmıştım, defterim. Sosyal kabiliyetlerim zayıf olduğu için genelde sosyal insanlar beni kedi sahiplenir gibi sahiplenir ve bakar, besler, büyütür; tıpkı Hazan’la olan dostluğum gibi. Ancak hayatımda ilk defa beni hiç tanımayan insanlar tarafından bir düğüne davet edilmiştim. Benimle neden tanışmak istemişlerdi ki, Ceyhun ne anlatmış olabilirdi acaba? Ceyhun’la geçirdiğim günleri düşünüyorum da, pek de merak edilesi biri değilim bence. Yine de inkâr edemem, hoşuma gitmişti.


“Gelmeyi çok isterim açıkçası…” dedim, hevesimi belli etmekten çekinmeyerek. “Fakat yarın sabah yola çıkacaksan biraz zor, patronum düğün için izin almama hayatta müsaade etmez.”

Benim hevesli sesimden dolayı umutlanmış gibi bir hâli vardı, cümlenin gerisini duyduğunda suratı düşmüştü. “Bir yalan uydursan patronuna, olmaz mı?”


Gayriihtiyari “Ne yalanı uyduracağım ki?” diye sormuştum. Duraksadı Ceyhun, düşünüyor gibi bir hâli vardı. Çok geçmeden tereddütlü bir şekilde cevapladı.

“Mersin’de cenazemiz var falan desen mesela?”


Bayağı hızlı bir geri dönüştü açıkçası bu, defterim, ben daha hiçbir şey düşünememiştim. Yalan herhâlde hayatında çok başvurduğu bir yöntemdi beyefendinin, bu kadar çabuk bir fikir sunduğuna göre.


“Ben hiç beceremem yalan söylemeyi, elime yüzüme bulaştırırım.”

“Abartma yahu!” dedi, heyecanlı bir şekilde. “Beyaz minik bir yalan, nereden haberi olacak sanki?”

“Sol tarafımdaki şeytanın vücut bulmuş hâli sensin herhâlde Ceyhun…”

Gülmüştü. “Hadi be Büşra!”


Duraksadım, düşünüyordum. İçim hiç mi hiç rahat değildi, bunu söylememe gerek yok sanırım. Yalan söylemeyi sahiden beceremeyen, hemen belli eden biriydim. Bu yüzden bu tarz durumlar beni daima strese sokar, endişemi körükler. Öte yandan düğüne gitmeyi de sebepsiz bir şekilde istiyordum defterim, o da ayrı bir tuhaflık. Tanımadığım insanlarla dolu bir ortama girmekten çok çekinirdim normalde, hiç huyum değildir yani. Ancak o kadar uzun süredir tatil yapmıyordum, farklı insan yüzü görmüyordum ki buna bayağı ihtiyacım vardı.

Bu yüzden bir delilik yapıp kabul ettim. “Tamam, olur!"


Tahmin edeceğin üzere çok sevinmişti Ceyhun. Yalan yok, ben de çok heyecanlanmıştım. Üzerimi giyinmek için odama doğru geçerken Ceyhun “Hepsi çok tatlı insanlardır, arkadaşlarımı çok seveceksin.” dediğinde içimdeki heyecanın biraz daha büyüdüğünü hissettim. Ceyhun’la tanışmadan önce hayatım o kadar monoton ve o kadar sıkıcı gidiyordu ki, şu heyecan duygusunu hissetmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Sadece gülümsedim, bir şey söylemedim. Odama geçip hazırlanmaya koyuldum.


Ceyhun beni ofise bırakırken havadan sudan sohbet ettik biraz. Arkadaşlarını anlattı, sonradan dahil olmuş Ceyhun bu gruba. Ozan ve Pelin uzun süredir birliktelermiş, geçen sene evlenmeye karar vermişler. Orkun Ceyhun’un ortak olduğu şirketin asıl sahibiymiş. Kendini acındırmak ve miras meselesindeki tutumunu haklı göstermek için mi bilinmez ama ortak demiyordu Orkun için, patron diyordu. Çok eşelemedim açıkçası ancak beni böyle ucuz numaralarla kandıramazdı. Birkaç kişiden daha bahsetti Ceyhun ancak şu an isimlerini hatırlayamadım. Pek mühim değil, yarın tanışacağım hepsiyle zaten. Fakat şunu net bir şekilde söyleyebilirim ki, okudukları üniversiteler ve bazılarının soyadını duyunca Antep’in yüksek sosyetesinin düğününe gittiğimi fark ettim.


Evet, sırdaşım, birkaç hafta önce bana deseler yüksek sosyete seni düğününde görmek istiyor, hadi oradan be derdim. Ancak vaziyet ortada.

Ofisin önüne geldiğimizde beni bıraktığı için teşekkür ettim. “Sen olmasan tramvayda sürünüyor olacaktım.”

“Patrondan izini koparabildikten sonra bana haber vermeyi unutma sakın.”


Vedalaştıktan sonra arabadan indim. Yalan söyleme vaktim geldiği için içime bir kaygı çöreklenmişti. Ofisin içine girdikten sonra hızlı adımlarla masama yöneldim, bir yandan da Osman Bey’in yanına gittiğimde neler söyleyeceğimi içimden prova ediyordum. Kabanımı çıkarıp şapkam ve atkımı masamın üzerine fırlatırcasına bıraktıktan sonra patronun odasına yöneldim. Ne kadar hızlı kurtulursam bu işten o kadar iyiydi.


Kat biraz sessizdi, belki gelmemiştir düşüncesi geçti içimden. Sekreteri beni durdurmamıştı, odada olduğuna yordum bunu. Göz göze geldiğimizde başımla selam verdim ve kapıyı tıklattım. Patrondan icazeti aldıktan sonra yavaşça kapıyı aralamıştım. Tedirginliğimi gizleyebildiğim kadar gizlemem gerekiyordu.


"Günaydın Osman Bey!"

Başını önünde duran dosyalardan bir saniyeliğine ayırıp gözlerime bakmıştı. “Günaydın, Büşra! Ne vardı?”

Sertçe yutkundum. "Mersin'de yaşayan teyzem vefat etti, yarın cenazesi var.”

Gözlerini dosyalardan ayırıp bu sefer sahici bakmıştı, bir kez daha sertçe yutkundum. İnan bana defterim, yalan söylemekten o kadar nefret ediyorum ki. Gerginlikten elim ayağım birbirine karışmıştı, süklüm püklüm karşısında duruyordum adamın.


Bu vaziyetimi üzüntüme yormuş olmalı ki işkillenmemişti. “Sahi mi? Başınız sağ olsun, Büşracığım.”

İnandırıcılık katabilmek adına başımı öne eğmiştim. “Cenaze için iki günlük izin alabilir miyim diye soracaktım size.” dedim, gittikçe cılızlaşan sesimle. “Aslı’ya rica edersem benim işlerimi iki günlüğüne idare edebilir diye düşünüyorum.”


Bu cümleleri kurarken beynim palavra, palavra bunlar sinyalleri veriyordu ancak o sinyaller Osman Bey'in alıcılarına ulaşmadan yakalayıp yok ettim. Ah, defterim, şimdi sana yazarken bile karnıma ağrılar giriyor.

Sessizlik oluşmuştu. "Tamam kızım, tabii ki.” dedi Osman Bey, sessizce. Ardından ekledi. “Yeniden başınız sağ olsun, bir şeye ihtiyacın olursa haber ver lütfen.”


Şu nahif, düşünceli adama yalan üstüne yalan söyledim sırdaşım, iyi mi! Hep Ceyhun’un yüzünden, gerçekten şeytanın vücut bulmuş hâli gibi. Lisedeyken kötü alışkanlıklar kazandıran arkadaş gibi hayatımın orta yerine dan diye düştü, daha neler olacak Allah bilir!

Yine de sonuç olarak kotarmıştım!


İçimde patlayan adrenalin ve sevinci gizlemeye çalışarak yavaşça odadan ayrıldım. Ellerim titriyordu heyecandan, çok fena bir histi bu. O titreyen ellere aldırmadan telefonumu cebimden çıkarıp Ceyhun’a iş tamam! diye bir mesaj gönderdim.

O da bana oley be! yazıp kalp göndermiş. Söylememe gerek yok sanırım, kalbi görünce bayağı bir şaşırdım. Henüz çok kısa süredir tanışıyor olmamıza rağmen fazla samimi davranıyor, ya da bana öyle geliyor hiç bilmiyorum. Ufacık bir kalp emojisi bana neden bunları düşündürtüyor onu da hiç bilmiyorum. Abartıyorum muhtemelen, bunun da farkındayım. Annemin kızıyım neticede, gereksiz samimiyetten hiç hoşlanmam. Senelerdir tanıdığım insanlarla bile mesafemi korurum, en azından hiçbirinin evine sabahın altısında habersiz gitmedim. Ceyhun’un bu konuda benden çok ama çok farklı olduğu aşikâr, sıcakkanlı bir çocuk. O sebepten yargılamak bana düşmez gibi geliyor.


Yine de… Kalbi görmek biraz hoşuma gitti. Birileriyle samimi olmayı özlediğime yoruyorum bunu.

Yarın gelişmelerden yine haberdar ederim seni.

Görüşürüz defterim!