21 Şubat 2015 Cumartesi

Canım sırdaşım, merhaba!


İnan bana hiç hâl hatır edecek hâlim yok, merhaba demek bile gelmiyor içimden. Neden diye soracaksın şimdi; yani dün gece yatmadan önce Allah'a çok şükür bir sıkıntım yoktu; en azından kolum, bacağım yerinde duruyordu.

Şu an hastanedeyim sevgili defter! Saat gecenin onu ve kırılmış bacağımla senin sararmaya yüz tutmuş sayfaların arasında bakışıp duruyorum. İkinci bombayı da patlayayım mı? Ceyhun da yanımdaki hasta yatağında uzanıyor... Kolu alçılı bir hâlde!


Benim sol bacağım alçıya alındı, Ceyhun’un ise sağ kolu. Hayır, hayır, tır falan çarpmadı, kafamıza piyano falan da düşmedi. Emin ol deri defter, bunlardan daha absürt bir şey yaşadık. Hayatım daha ne kadar tuhaflaşabilir, neden başıma ucuz bir komedi filmi kurgusu gibi olaylar geliyor, hiçbir fikrim yok. Ceyhun’un uğursuz olduğunu düşünmeye başladım zira kendisiyle tanışmadan önce diğer beyaz yakalılar gibi sıkıcı ve monoton bir hayatım vardı. Neyse, eğer sen de dinlemeye hazırsan bu akıl almaz saçmalıktaki olayımızı anlatayım.


Dün gece seninle dertleştikten sonra direkt uykunun tatlı kollarına koştum, vücudumda gram enerji kalmamıştı. Alarm kurmayı unuttum tabi ki, uyumuş kalmışım öylece. Sabah Ceyhun’un aramasıyla gözlerimi açtım. Ceyhun yüzünden uykumu alamadan uyandığım yeni bir gün yani anlayacağın.


Sesimi düzenleyip uykulu hâlimden arınmaya çalışarak aramayı cevapladım.

-Efendim Ceyhun?

Ancak becerememiştim.

-Uyuyor muydun, uyandırdım mı?

-Sorun değil, dedim hızlıca. Ne oldu?

-Saat dokuz oldu.

Telefonun ucundan güldüğünü hissedebiliyordum.

-Kahvaltıya iniyoruz biz, sen de hazırlanıp gel.

-Tamam, dedim, yorganı üzerimden attıktan sonra. Geliyorum hemen, birazdan görüşürüz.


Bugünkü kıyafetlerim dünküler kadar şık değildi, gerçek Büşra ayyuka çıkmıştı. Sabah sabah kendimle ilgilenecek hâlim yoktu zaten, gözlerimden hâlâ uyku akıyordu. Dünkü yolculuk ve yaşadıklarım beni hem fiziksel olarak hem de mental olarak çok yormuş olacak ki cenaze gibi uyanmıştım. Göz altlarımı makyajla falan kapatmakla da uğraşmadım, tüm gerçekliğimle yanlarına gitmeye hazırdım. Hızlı adımlarla odadan çıkıp restorana yöneldim.

Dün oturduğumuz masaya oturmuşlardı yine, onları bulmam zor olmamıştı. Yanlarına seğirttim. "Günaydın!"


Ceyhun'un yanındaki sandalye boştu ancak önünde bir tabak duruyordu.

-Burası boş mu? diye sordum, kendisine dönüp.

-Evet, dedi, sandalyeyi çektikten sonra. Senin için ben aldım birkaç şey, yoksa açık büfedeki güzel böreklerin hepsi bitecekti.

Gülümsemiştim. Ufak bir ayrıntı olduğunun, önemsiz olduğunun ben de farkındayım ancak ne bileyim defterim, çok hoşuma gitmişti. Biraz utandığımı hissettim, biraz heyecanlandığımı hissettim. Kimse bana zamanında insan gibi davranmadığı için sanırım, en minik düşünceli harekete bile eriyip bitiyorum.

Sandalyemi çekip oturdum.

-Teşekkür ederim.


Saatlerdir ağzıma doğru düzgün lokma girmediği için çok acıkmıştım, defterim. Sabah insanı olmamamın verdiği huysuzlukla kimseyle konuşmadan yemeğimi yemek istiyordum, zaten hiç enerjim de yoktu. Ancak benim aksime grubun geri kalanı son derece neşeli ve enerjikti, yarınki düğünün de verdiği heyecanla hararetli hararetli sohbet ediyorlardı. En iyi yaptığım şeyi yapmaya, dahil olmadan onları dinlemeye başladım.


Ozan ve Pelin ufak bir anlaşmazlık yaşıyordu, balayına nereye gideceklerine hâlâ karar verememişlerdi. Pelin yurt dışına çıkmak, Avrupa turu yapmak istiyorken Ozan Türkiye’de sakin ve huzurlu bir deniz tatili yapmak taraftarıydı. Bir ara bana da sordular fikrimi, ne diyeceğimi bilemedim zira tatilin her türlüsü mükemmeldir kanımca. Yine de ileride eşimle, eğer imkânımız varsa, yurt dışına çıkmayı tercih ederim. Üniversitedeyken ailemin yaşadığı talihsiz kazadan dolayı yurt dışı planlarımın hepsi süresiz iptal olmuştu, bu yüzden hâlâ içimde bir ukdedir. Müstakbel karı kocanın işine burnumu sokmak istemediğimden yuvarlak bir cevap verip geçiştirdim. Benim dâhil olmayacağım tatil planlarını bana sormasın kimse mümkünse.


Orkun ve Ceyhun ayrı bir dünyadaydı, siyaset tartışıyorlardı. Sabahın kör vaktinde neden siyaset tartışılır diye sorma, burası Türkiye nihayetinde. Aliye ve Esra ise düğünde giyecekleri kıyafetleri, bunları nereden aldıklarını, saç makyaj için ne düşündüklerini konuşuyordu. İki konu da ilgimi çekmemişti, sabahın şu vaktinde ne kıyafet tartışmak ne de politik öfke olmak istiyordum. Sessizlik içinde kahvaltımı yapmayı tercih ettim.


Tabağımdakiler bittikten sonra dünyaya biraz daha pozitif bakar hâle gelmiştim. Benim doymuş olduğumu Ceyhun fark etmiş olacak ki, eş zamanlı olarak yavaşça dürtükledi.

-Sigara içmeye dışarı çıkacağım, gelir misin?

Temiz hava almak iyi olabilirdi, fakat önce bir fincan kahveye ihtiyacım vardı. -Olur; sen çık, ben kahve alıp geleyim hemen.

-Tamamdır!


Kahve alacağım yer açık büfede, birkaç adım ötemdeydi. Orada duran beyaz, kulplu fincanlardan birini alıp kahvemi hazırladım. Üniversite yıllarımdan bana miras kalan en büyük bağımlılığım alkol ya da sigara değildi, kahveydi. Bir yandan okuyup bir yandan da çalışmak zorunda kaldığım yıllarda uykuya ayırabilecek hiç vaktim yoktu. İşte kahve o zamanlarda hayatıma girdi ve ondan beri benimle.


Fincanımı alıp kahvenin kokusunu içime çekerek terasa doğru yürümeye başladım. Kahvaltı yaptığımız yerin hemen karşısındaydı teras, Ceyhun’u görebiliyordum. Hızlı adımlarla ona doğru yöneldim. Sigarasının yarısına gelmişti ben yanına vardığımda. Elinde döndürdüğü paketi bana doğru uzattı ister misin dercesine. Arkadaş ortamı haricinde sigara içen biri değilim, paket taşımam yanımda. Her ne kadar Ceyhun’un yanında arkadaş ortamında sayılsam da o an canım istememişti. Bu yüzden teşekkür ederek geri çevirdim.


Sigarasından bir fırt daha çekti içine.

-Gece rahat uyuyabildin mi?

-O kadar yorgundum ki deliksiz uyumuşum.

Gülmüştü.

-Ben de öyle…


Ceyhun’un yanına geçip ben de demirliklere yaslanmıştım. Otel yeşilliklerin içerisinde, denize sıfır bir konumdaydı. Çevreyi seyretmeye başladım, cıvıldayan kuşlara ve dalgalı denize baktım. Birkaç kişi ağaçların arasında yürüyüş yapıyordu, şubat ayı olmasına rağmen şezlonglarda birkaç havlu olduğunu bile gördüm. Üzerimdeki cekete biraz daha sarınmama sebep olmuştu bu görüntü.

-Keyifli vakit geçiriyor musun?

Kahvemden bir yudum aldım.

-Evet, beni davet ettiğin için çok teşekkür ederim.


Duraksamıştım. Kuşların cıvıltısını dinlerken aklımda sürekli ama sürekli Aliye ve Ceyhun’un geçmişte kalan ilişkisi hakkında sorular dönüyordu. Dedikodudan hoşlanmayan, kimsenin hayatına müdahil olmayan biri olarak bunu delirircesine merak etmem kesinlikle normal değildi, kendime çok ama çok kızıyordum. Ancak, öte yandan, elimden hiçbir şey gelmiyordu.


-Hiç haddim olmayan bir soru sormaya iznim var mı acaba?

Çok şaşırmışa benziyordu Ceyhun, böyle bir şey beklemiyor olmalıydı.

-Tabii!

-Aliye çok tatlı birine benziyor, neden ayrıldığınızı çok merak ediyorum. Özelse cevaplamak zorunda değilsin tabii ki!


Nefes nefese kalmıştım, defterim, kalbimin delicesine çarptığını hissediyordum. Sorduğum saniyeden itibaren içime bir pişmanlık çöreklendi, inanılmaz bir stresin kucağına düştüm. Sorduğum soru veya alacağım cevaptan ziyade Aliye mevzusunun bu kadar kafamı kurcalaması beni rahatsız ediyordu.


Benim aksime Ceyhun rahatsız veyahut gergin durmuyordu.

-Nihayet benim hakkımda bir şeyler öğrenmek istiyorsun demek! dedi, şakayla karışık bir şekilde. Aliye mükemmel bir sevgili, mükemmel bir dost; ancak ben o dönem bir ilişkiye hazır değildim. Eski sevgilimin canımı çok yaktığı bir dönem Aliye’yi sığınacak liman olarak kullandım, ben henüz eski acıları unutamamışken Aliye’yle görüşmeye başladık. Bunun hata olduğunu fark edince ayrılmak istediğimi söyledim.


Ceyhun’un bu cümleleri kurduğu esnada manzarayı yeniden arkama almış, otelin içerisine boş boş bakınıyordum. Üvey kuzenim son cümlesindeyken gördüğüm kişiyle olduğum yerde çakılı kaldım, gözlerim fal taşı gibi açıldı! Aslında Ceyhun Aliye'yle ilgili bir şeylerden bahsetmeye devam ediyordu ancak bütün odağım gördüğüm kişiye kaymıştı. Tabii Ceyhun benim gördüğümü görememiş olacak ki soru sorup, konuyu açıp neden böyle kaskatı kesildiğimi kavrayamamıştı.


Ah, o an, sırdaşım; işte o an! Keşke yerin dibine girip yok olsaydım dediğim o an... Bacağımın kırılmasına, Ceyhun’un kolunun kırılmasına, yarınki düğüne gidemeyecek olmamıza ve muhtemelen işten kovulmuş olmama neden olan olayı yaşamamıza çok ama çok az kalmıştı.


Zira karşımda iki gün önce cenazeye gittiğimi söylediğim patronum duruyordu! Beni fark etmemişti, açık büfeden çay almakla meşguldü. Ancak şu an beni cenazede zanneden patronumla hiç de cenaze olmayan bir yerde karşı karşıyaydık.


İçgüdüsel bir hareketle Ceyhun’un da kolundan tutarak otelin içinden görünmeyen bir köşeye doğru geçmiştim. Şok olmuştu çocukcağız tabii ki.

-Ne yapıyor…

Ceyhun'un sesinin fazla gürültülü gelmesine mütevellit elimle ağzını kapatmış, cümlesini yarıda kesmiştim.

-Sus, dedim, sessizce. Patronum burada Ceyhun!

-Ne?!

Hani böyle sessiz çığlıklar atılır ya, öyle bir tepki vermişti.

-Ciddi misin?

-Evet! Şubat ayının ortasında resmen stresten cayır cayır yanıyordum, sırdaşım. Boğazıma doğru bir sıcak hava dalgası yayılıyordu.

-Dur, bekle... dedi Ceyhun, telefonunu cebinden çıkardıktan sonra. İkimiz de o an köşeye sindiğimiz için birbirimize çok yakın duruyorduk, hızla alıp verdiği nefesini hissediyordum. Onun da çok gerilmiş bir hâli vardı.

-Ne yapıyorsun? diye sorduğumda telefonunu işaret etti. Ozan'ı arıyordu. Telefonu kulağına götürdükten sonra,

-Patronunun adı ne? diye sordu.

-Osman Yıldıray.


Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Her yalan söylediğimde elime gözüme bulaştırıyordum, biri tarafından lanetlenmiş gibiydim. İşimi kaybetmekle burun burunaydım ve Ceyhun’la da burun buruna olduğum için bütün duygular birbirine karışmaktaydı. Düzgün düşünemiyordum, beynim iflas etmişti. Her zamanki gibi kendi kendimi mahvetmiştim.


Ozan telefonu açtığında Ceyhun sessizliğini korumaya çalışarak patronumun düğüne davetli olup olmadığını sordu. Hayatı asla yolunda gitmeyen; hatta hayatında artık yol denilen bir şey kalmamış, oradan oraya savrulan biri olarak pek tabii şansım yaver gitmemişti. Meğer Osman Bey de düğünün davetlileri arasındaymış!


Telefonu kapattıktan sonra bana döndü Ceyhun.

-Patronun, Pelin'in aile dostu desem ne yaparsın?

Nefesim sıkışıyordu.

-Çıldırırım!

-O zaman çıldırabilirsin!


Başımdan kaynar sular dökülmüştü, sırdaşım. Antep’in gerçekten küçük olduğunu, sosyetenin hep birbiriyle tanışık ya da bağlantılı olduğunu bilmemek için fazla uzun süredir bu şehirde yaşıyordum. Nasıl bu ihtimali düşünemedim diye kendime daha da sinirlendim, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Beni bu vaziyette bırakıp yavaşça, çaktırmamaya çalışarak patronum hâlâ orada mı diye bakmaya gitti Ceyhun. Yürüyen şanssızlık abidesi olduğum için tabii ki, Osman Bey terası gören bir masaya oturmuş, kahvaltısını yapıyordu!


Kendime kızma ve söylenme seansım dışarı taşmıştı, ağzıma geleni sayıyordum. Sakinleşmem adına yarım kolla sarıldı Ceyhun, bir yandan da düşünür gibi bir hâli vardı. Titriyordum defterim, esas duygu karmaşasının tam içine düşmüştüm. İçimde tarifsiz bir korku vardı ve ne yapacağım, nasıl kaçıp uzaklaşacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Patronum beni fark etmeden terastan çıkmam mümkün değildi.


-Benim bir fikrim var!

Tereddütle gözlerime baktı Ceyhun.

Heyecandan kalbim patlamak üzereydi.

-Ne? diye sordum, titreyen sesimle.

-Çabuk söyle, ne buldun?

-Kabul edeceğini pek sanmıyorum.

Peşin hükümlü davranması hoşuma gitmemişti ancak Ceyhun tamamen haklıydı. Sunacağı öneri, sahiden, normalde kabul edeceğim türden bir öneri değildi.

-Söyle sen! dedim, birazdan başıma gelecekleri bilmeden.

-Pekâlâ, dedi Ceyhun. Şimdi ben aşağı ineceğim, sen de çaktırmadan şu demirliklerden çıkıp kucağıma atlayacaksın.


Teras birinci kattaydı, zemine tahminen üç metre uzaklıktaydık. Sunduğu öneri teorik olarak mantıksız olmasa da kabul edilebilir gibi değildi. Beni tutabileceğine inanacak kadar kendine güvenmesi ilginçti zira minyon bir kız olmadığımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Böyle bir yükseklikten üzerine atlasam ölmezdim belki ancak öldürebilirdim. Neyine güvendiği konusunda hiçbir fikrim yoktu, saçmalığın daniskasıydı.


Takdir edersin ki verdiğim ilk tepki "Asla!" olmuştu.

-Saçmalama Ceyhun.

-Daha iyi bir fikrin var mı?


Açık konuşmak gerekirse bırak daha iyi bir fikri, hiçbir fikrim yoktu zira beynim düşünmeyi bırakmış, sadece çıldırmakla meşguldü. Sessizlik olmuştu, düşünmeye başladım. İnanabiliyor musun defterim, şu saçma sapan öneriyi ciddi ciddi düşünmeye başlayacak kadar çaresizdim.


Beni mi yoksa kendisini mi ikna etmeye çalışıyordu bilmiyorum ancak sesli düşünmeye başlamıştı.

-Duracağım yer çimenlik, düşsek bile birkaç ufak sıyırıkla atlatırız.

Bu satırları alçıda duran bacağıma bakarak, yüzümde alaylı bir gülümsemeyle yazıyorum.

-Hem işini kaybetsen ne yapacaksın? Borçlar olduğu yerde duruyor, kira var, faturalar var… Şu ekonomide nerede iş bulacaksın?


Benden daha fazla stres olmuş gibiydi, gittikçe hızlanmaya başlamıştı konuşurken. Hakkını yiyemem, son söyledikleriyle beni cezbetmeyi de başarmıştı. İşsiz kalma ihtimali ölmekten daha korkutucu geliyordu; dedim ya, o an beynim çalışabilir durumda değildi! Nihayetinde, kabul etmek durumunda kaldım.

-Tamam, yapalım gitsin!

Gülmüştü Ceyhun, adrenalinin sebep olduğu bir gülüş olduğu aşikârdı.

-Şimdi şuraya geç, dedi, eliyle demirlikleri göstererek. Ben sana gel dediğimde atlarsın, olur mu?


Heyecandan ne hâlde olduğumu, yüzümün nasıl bir şekil aldığını tahmin edebiliyor musun? Korkudan ve adrenalinden nefesim düzensizleşmişti, başımın döndüğünü hissettim. İçimdeki mantıklı Büşra ne yapıyorsun sen bre geri zekâlı diye beni uyarmaya çalışsa da sesi çok cılızdı. Bambaşka bir alemdeydim adeta!


Ceyhun yanağımdan bir makas aldı, çok alâkasız bir hareketti sahiden ancak sanırım bana güç verebilmek için yapmıştı. Veyahut yine adrenalinin yaptırdığı yersiz bir hareketti, bilemiyorum. Ne amaçla yapmış olursa olsun pek bir işe yaramamıştı zira zangır zangır titriyordum. Ceyhun’un hızlı adımlarla terastan çıktığı esnada yavaşça, Osman Bey’e gözükmemeye çalışarak demir korkuluklara yaklaşmaya başladım. Birkaç dakika sonra Ceyhun'u görmüştüm, yüzünden korkusu belli oluyordu. Lisede ve üniversitedeyken yaptığım onca çılgınlık bunun yanında koca bir hiçti!


Sağa sola bakıp çevresini kontrol ettikten sonra elleriyle gel işareti yaptı Ceyhun. Ancak sevgili sırdaşım, birden yer çok uzak göründü bana. Atlayamadım. Yok, yapamadım. Az önce kendimi cesaretlendirmeye çalışırken dediğim her şey gitmişti, birkaç defa yeltensem de yapacak gücü kendimde bulamıyordum. Ceyhun ise aşağıdan beni mimikleriyle rahatlatmaya çalışıyordu, inan bana çok komikti. Ancak o an gülemiyordum tabii ki, atlamak için kendimi yüreklendirmekle meşguldüm.


O esnada arkamdan bir ses geldi.

-Büşra?

Arkamı dönmemiştim ancak bu sesin kime ait olduğunu iyi biliyordum. Ah, defterim, kara bahtıma kıran girsin! Bu ses, tabii ki, patronum Osman Bey'e aitti!


Artık olan olsun diye düşündüğümden mi, yoksa damarlarımda dolanan ve yaşananları idrak etmemi imkansızlaştıran adrenalinden miydi hâlâ kestiremiyorum; birden atlayıverdim! Evet, defterim, kendimi Ceyhun'un kollarına atıverdim!


Sonrası mı? Sonrası yok. En son Ceyhun’un kucağına düştüğümü hatırlıyorum, akabinde bayılmışım. Gözlerimi açtığımda arabadaydım ve beni uyandırmaya çalışıyorlardı. İnanabiliyor musun, sevgili sırdaşım? Vallahi ben hâlâ inanamıyorum. Nasıl yapabildim böyle bir şeyi; nasıl bu kadar aptal olabildim, hayretler içerisindeyim!


Farkındayım, herkes dalga geçmemek için kendini zor tutuyor. Şu an hastanedeyiz diye sustukları o kadar belli ki… Hastaneden çıktıktan sonra tonla gırgır, şamata; espriler ardı ardına gelecek, biliyorum ben. Fakat bu esprilere gülebilecek hâlim olacak mı orasından emin değilim zira görünen o ki Gaziantep’e geri döndüğümde işsiz ve beş parasız kalacağım. Ceyhun'un da kolunu kırdım, nasıl vicdan azabı çekiyorum tahmin bile edemezsin. Ah, mahvoldum defterim, mahvoldum ben! Güzel bir tatil yapayım, yeni insanlarla tanışayım, sosyetenin düğününe katılayım derken başıma gelenlere bak!


Bundan sonra bana Büşra deme sevgili sırdaşım, kendime yeni bir isim koydum: Hezârfen Büşra Çelebi. Bana böyle hitap edersen pek mesut olurum, zira Hezârfen Ahmet Çelebi ile aramızdaki tek fark onun uçabilmiş, benim uçamamış olmamdır.


Bu sefer kapanış böyle olsun bari…

İyi geceler!