Bir örümceğin ağını örüşü misali sarıyorum yaralarımın etrafını. Adeta ince oya işler gibi... Tarihin ilk anından aldığım bir ilmeği bugüne ve ardından sonraya bağlıyorum. Yaramın üstünü kanı dursun diye kapatmıyorum, aksine, merhemli o ağların her bir ilmeği. İşte o zaman rahatlıyorum, nefes alabildiğimi hissediyorum. 


Tanınmayan kadın şairlerin şiirlerini okuyorum bu sıralar, ama en çok didemi. Aslında tüm kadınların dilinin aynı olduğunu bir kez daha anlıyorum. Sanki hepsi bir araya gelip dünyanın en uzun şiirini yazmışlar gibi... Öyle ki çiçeklerimin de yaralarını sarsınlar diye her sabah şiirleri çiçeklerime okuyorum. Kurumuş çiçekleri yeniden açsın, şiirler onların can suyu olsun diye. Bir göçün haritasını okurken göç ediyorum tekrardan. Nereden geldiğini bilmediğim ama yolumu çizmeye çalıştığım bir yere...


Ruhumuzun göçü bitmediği için hiçbir yere konduramıyoruz kendimizi. Uçup uçup konacak bir dal bulamayan kuş misali... Konacağı dal olmayışından değil, konduğu daldaki karıncalar yer mi onu korkusundan. "Yerleştiği" yerde bu yüzden yersiz yurtsuz hissediyor kendini insan. 


Ruhumun bu göçü biter mi bilmiyorum ama ruhumun göçü bitmeden konacak dal bulamayacağım. Biliyorum. Bunları ruhu birinden ötekine göç eden ve yüzyıllardır kendine yurt edinmeye çalışan dağların arasından yazıyorum. Çimen yeşilinden tanıyoruz birbirimizi.