Yürüdükçe zihnimin açılacağını sanırdım. Daha da bulanma ihtimalinin koşulsuz gerçeğe dönüşmesini tam da şu an deneyimlemeden önce. Bir bank bulup oturmalıyım. Meteoroloji yağmur uyarısı vermiş miydi? Donumuza kadar ıslanmayalım sonra. Don giydim mi ben? Hay Allah, evden nasıl çıktığımı bilmiyorum ki. Kontrol etsem sapık damgası yerim. Hadi lan, sokakta senden başka kim var sanki, bak gitsin şu dona. Bir insan don giyip giymediğini fark edemez mi? Bazen edemiyormuş işte. Somuta dökmem gerek, bakmam gerek… Hayır, sokağın ortasında donunun altında olup olmadığını kontrol etmek delilik. Herkes bir parça deli değil mi zaten? Yapacak mısın artık şunu? Hayır hayır, bu gereksiz bir hamle. Giymişsem ne olacak giymemişsem ne olacak sanki? Bir adamın 2003. sokakta saat 01.00 sularında dolaşırken altında donu olmadığı için Freud mezarından toprağı yarıp çıktı ve çak bir beşlik diyerek parmaklarını havaya dikti! Aynı adamın donu altında olsaydı Freud mezarında mışıl mışıl uyumaya devam edecekti… Ya da yine toprağı yarıp çıkacaktı ama bu kez çak bir beşlikle değil, “Bazen bir puro sadece bir purodur!” diye bağırıp çağırarak. Ha-ha-ha, insan içine çıkmaması gereken bir düşünce biçimi. Keşke bazı düşüncelerin görünmezlik pelerini olsa. Ama zaten kim biliyor ki şu an aklımdan geçenleri? Düşüncelerimden ben sorumluyum ve utanmıyorum! Yalan! Hepsinden utanıyorum! Hayır sadece utanmam gerektiğini düşünüyorum! Şşşşşt, sus. Biraz daha bağırırsan düşünce, düşünce olmaktan çıkıp tüm mahalleyi uyandıran somut ve çirkin bir gerçeğe dönüşecek. Görünmezlik pelerini de yalan olacak. Neden bağırdım ki zaten... Hah, işte bir bank.
Şu kız… Bu sabah bira teklifimi reddetmeseydi, bunlar düşünce değil cümle olacaktı. Anlatacaktım her şeyi. Yeniden, apaçık, sansürsüz anlatacaktım; dobra dobra, hatırladığım kadarıyla parça parça ve olduğu kadar sıra sıra anlatacaktım. Unuttuğu her detayı ona hatırlatacak ve unuttuğum her detayı ondan koparıp alacaktım. Zihnimi ancak bu şekilde temize çekebilirdim çünkü. Çabaladım aslında. O son buluşmamızda, henüz dün, çok çabaladım; kurduğum her cümleye önce sanki fantastik bir roleplay oyununundaymışız gibi şaşırıp güldü. İlk kez gördüm güldüğünü. Bunca zamandır, ilk kez. Sonra sanki tüm yaşadıklarımızı daha önce hiç yaşamamış; hatta hiç duymamış kadar soğuk ve tepkisiz bir duruş sergiledi ve sonra saçmaladığımı söyledi. Tepkilerinden bir grafik çizmek istesem tepe noktasına karşı nadir ve antika küfürler savurduğum kusursuz bir parabol eğrisiyle karşı karşıya kalırdım. Onu şimdi, hemen arayacağım, açmazsa yanına gideceğim ve benimle gel diyeceğim, gelmezse kucaklayacak; alıp sırtıma ayaklarımı kıçıma vura vura koşarak onu kaçıracağım. Yapacak mıyım? Yapmalı mıyım? Hayır, pes et artık. Deli izlenimi veriyorsun. Ama nasıl oluyor? Nasıl her şeyi reddediyor? Burada bırakamazsın. Ara şunu… Zihnim, bir dur artık!
“Alo.”
“Ne istiyorsun?”
“Biraz sert bir giriş oldu. Ama evet, istediğim bir şey var. Her şeyi anlatmak. Sadece sana anlatmak. Bira içelim mi?”
“Yeni tanıştığın ve alkol eşiğiyle ilgili sahip olmadığın bilgilerle bir kitap dolusu cümle yazabileceğin birini Blue Moon’la tanıştırmak hoş bir fikir değilmiş anlaşılan. Bak, daha dün gece tanışıyoruz, gece boyunca saçma sapan hikayelerle beni yoruyorsun, sonra uyumak için evlere dağılıyoruz ama sen saatlerce kapımda bekliyor ve sabahın köründe bana yine bira içmeyi teklif ediyorsun. Beni kim sandığın hakkında bir fikrim yok ama toplasan bir günlük bir geçmişimiz var. İyi değilsin farkındayım, bunu anlamak için davranış uzmanı olmak falan da gerekmiyor üstelik. Ama dün geceki gibi saçmalayacaksan numaramı verdiğime pişman olacak ve teklifini yine reddetmek durumunda kalacağım.”
“Saçmalayan sensin. Beni iyi ki o birayla tanıştırdın. Ah hayır. Konu bu değil. Seni tanıyorum, bunu biliyorsun. Kendim kadar, daha fazla belki. Asıl saçmalık bunu inkar ediyor olman. Kafayı yemek üzereyim. Geçmişimiz bir günlük değil, yemin ederim değil, bir şeyler olmuş ve anlam veremediğim şekilde hatırlamıyorsan da söylüyorum sana. Ne yapmaya çalıştığını bir anlasam…”
Oysa her şeyini biliyorum; üşüyünce burnunun kızardığını, sol yanağından kulağına doğru uzanan pürüzsüz boşlukta ufak bir ben olduğunu, gerçi bunu yeni tanışmış olsak da bilirdim bu kanıttan sayılmaz. Gerçekten kanıtlara mı ihtiyacım var? Nasıl yahu? Neler oluyor bilmiyorum. Yani, nasıl oluyor bu olanlar, gerçekten bilmiyorum. Onu biliyorum ama. Çok yoğun çalıştığını ama geceleri sadece bir saat uyuduğunu. Bunu bilmemem komik olurdu, her gece birlikteydik; bir hafta öncesine kadar. Nasıl inkar edebiliyor? Unuttuysa nasıl? Kafayı yemek üzereyim. Sakince bu bankta oturup… Kafayı yemek üzereyim. Numarasını verdiğine pişman olacakmış. Bunca zaman vermediğine saysın. Nasıl… Neden daha yeni verdi bana numarasını? Her şey zihnimde parça parça, sanırım deliriyorum.
“Ben anlayacağımı anladım. Kendinle kalman gerektiğini söyledim ama görünen o ki akıllanacak bir tip değilsin. Lütfen beni bir daha arama.”
İnatla geçmişi neden reddediyor ki? Bir insan tam olarak geçmişiyle var olur, bunu silmek kendini silmekle eş değer. Ne yapmaya çalışıyor? Hala çıldırmamış olmam gerçekten mucize. Dün gece pırasa yemişseniz, pırasa yemişsinizdir. Bunu inkar edemezsiniz. İşin aslı, pırasa da bunu inkar edemez. Al işte, engellemiş. Evine gidemez miyim sanıyor? İlk kez dün gece gördüğüm, onun o aynı anda hem sinsi hem masum olabilen yüzünün gece versiyonunu ezberlemişken sabah sürümüyle ilk kez karşılaştığım evinin önünde yine sabaha kadar bekleyemez miyim sanıyor? Hakikaten, biz neden hep gece buluşurduk? Aklımda bazı hatıralar, belki de senaryolar var. Onu her gece görüyordum. Bunu biliyorum. Buna eminim. Biz, her gece öyle ya da böyle aynı sigara dumanının altında denkleşiyorduk. Bu bir senaryo değil. Öyle mi yoksa? Bazı şeyler eksik. Kafam karışıyor… Bunca zaman madem onu iyi tanıyordum; evini neden ilk kez dün gece gördüm?
Haklı olan o galiba. İlk kez dün gece tanıştık, numarasını ilk o zaman aldım, evini ilk o zaman gördüm… Blue Moon… Zorlama… O haklı… Ama kafamdakiler… Hayır, zorlama… Zihnimdeki onca bilginin gerçekliğini tamamen reddedip bunu bu şekilde kabul etmek delilik. Ama kabul etmediğimde de delirecek gibi oluyorum. Saat sabaha yaklaşıyor, düşünmeyi şimdi bırakacağım ve açık bir büfe bulacağım; bir Blue Moon kapıp –tabii varsa zira lokasyonumdaki on üç uğrak noktadan çoğu zaman sadece biri sonuç veriyor- sakince eve yürüyeceğim. Belki de Freud hakikaten haklı millet! Belki de bazen bir puro gerçekten sadece bir purodur ve hiç kurcalamadan bunu sadece böyle kabul etmek gerekiyordur. Evet, sonunda kontrol ettim ve nihayetinde donu altında; aklı, başı hariç her yerde bir adam olarak her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar verdim.