Yıllardır içimdeki boşluğu yontuyorum, en ünlü heykeltıraşı dahi özendirecek ustalıkla. Oysa aynada gördüğüm hiçlikten öte eserim yok benim. Hiçlik... Yok-luktan daha fazlası, tüm boşlukların birlik ve dirlik içinde yaşadığı bir benlik, hiçlik. İnsan -ki kendini tüm mahlukatlardan üstün sayan- hiç olmaya en yakın olan nasıl olabilir?

Her şeye kafa tutan, tutabileceğini sanan bu kendini bilmezlik, hiçliğin gölgesinden başka bir şey değilmiş meğer, bu zıtlığın denkliğini görünce anladım. Ben bu boşluğa, feleğin çemberinden geçtim de geldim, o çemberin ben olduğunu gördüm de geldim. Seneler boyu görmeyen insanlara en güzel manzaraları göstermek için çırpınırken asıl âmâ olanın görmeyi inkar eden olduğunu kavradım da geldim. İşitmek istemeyene şarkılar, şiirler söylerken dilimi lâl ettim de geldim. Tüm kelimelerin içinden geçip bir anlam edemeden geldim. Ben toprağı en verimli bahçelerde hiç çiçek açamadan geldim. Kendi kibrimin inşa ettiği ihtişamdan önümü göremediğimde yarattığım küçük dağların acizliğinden kaça kaça geldim. En itimat ettiğim alanda, teyakkuzda olmam gerektiğinin manasını sindirdim de geldim. Hakikatten kaça kaça, hakikati buldum da geldim. Asıl gücün içimde olduğuna itikat ettiğimde içimdeki hiçliğin görkeminde ezildim de geldim. Gelmek bir sonuç, varabilmenin yolculuğunda piştim de geldim. Kendimi inkar edip tüm boşluklarıma inandım da geldim. 

Böyle böyle bunca yol bitirdim, her 'bu son arayış' dediğimde daha başında olduğum gerçeği ile yüzleştim. Her şey olmasını umduğum boşluktan açığa çıkan kocaman bir hiçlik, işte bundan başka eserim yok benim. Çünkü hiçlik benim, ben hiçliğin içindeyim.